Komünizm
David Graeber
Çeviren: Lugburz
Çeviren: Lugburz
Komünizm, benim 'mitik' ve 'gündelik' komünizm olarak adlandıracağım iki ana türe ayrılabilir. Bunlar kolaylıkla komünizmin 'ideal' ve 'ampirik', hatta 'aşkın' ve 'içkin' versiyonları olarak da adlandırılabilir.
Mitik Komünizm (büyük K ile) bir tarih teorisidir, bir zamanlar var olan ve bir gün tekrar geri döneceği umulan sınıfsız bir toplum teorisidir. Biçimi itibariyle bir kurtuluş vaadi olduğu bilinmektedir. Aynı zamanda belirli bir bütünlük kavramına dayanır: bir zamanlar kabileler vardı, bir gün tamamen komünist ilkelere göre organize olmuş uluslar olacaktır: yani 'toplumun' -bütünlüğün kendisinin- toplumsal üretimi düzenlediği ve bu nedenle mülkiyet eşitsizliklerinin var olmayacağı.
Gündelik komünizm (küçük k ile) yalnızca bu tür bütünleştirici çerçeveleri reddederek ve 'herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre' şeklindeki klasik komünist ilkenin gerçekte nerede uygulandığını görmek için insan yaşamının her düzeyindeki gündelik pratiği inceleyerek anlaşılabilir. Bu anlamda komünizm, karşılıklı yardımlaşma beklentisi olarak, her yerde tüm insan toplumsallığının temeli olarak görülebilir; bir iş birliği ilkesi olarak, kriz zamanlarında kendiliğinden ortaya çıkar; dayanışma olarak, neredeyse tüm toplumsal güven ilişkilerinin temelini oluşturur. O halde gündelik komünizm, tek bir 'toplum' içindeki tüm ekonomik faaliyetleri koordine eden daha büyük bir düzenleyici organ değil, herhangi bir toplumun ya da her türden insan ilişkisinin içinde var olan ve bir dereceye kadar gerekli temelini oluşturan bir ilkedir. Kapitalizm bile komünizmi yönetmek için bir sistem olarak görülebilir (her ne kadar birçok açıdan son derece kusurlu bir sistem olsa da). Sırayla bunların her birini ele alayım.
Mitik Komünizm
Bu, bir zamanlar var olan ya da gelecekte bir zamanda var olabilecek, tüm mülkiyet bölünmelerinden arınmış ve her şeyin ortaklaşa paylaşıldığı bir toplum fikridir. İkincil olarak, günümüzde bu tür düzenlemeleri daha küçük ölçekte yeniden yaratmaya çalışan, genellikle dini esinli sosyal deneylere atıfta bulunur. Son olarak bu terim, gelecekte böyle bir toplum yaratmayı amaçlayan kitlesel politik hareketlere veya rejimlere daha gevşek bir şekilde uygulanmıştır.
Tüm mülkiyet ayrımlarını ortadan kaldırmayı amaçlayan toplumsal hareketler, Çin'deki 'Tillers Okulu'ndan (M.Ö. 500 civarı) İran'daki Mazdakitlere (M.S. 500 civarı) ve komünist ilkelere dayalı ütopik topluluklar oluşturan daha küçük mezhepsel gruplara (bazı Esseniler gibi) kadar antik dünyada zaman zaman görülmüştür. Kaynaklarımızın son derece sınırlı olması nedeniyle, amaçları ve ideolojileri hakkında doğru bir resim elde etmek bir yana, bu tür hareketlerin gerçekten ne kadar yaygın olduğunu tespit etmek bile son derece zordur. İnsanlık tarihinin büyük bir kısmı -özellikle de Afrika, Pasifik ve Amerika kıtalarının tarihi- bizim için kayıptır. Oysa bunlar tam da dünyanın bu tür hareketlerin en yaygın ve başarılı olduğu bölgeleridir. Örneğin Amazonya ve Kuzey Amerika'nın eşitlikçi toplumlarının çoğu, yüzyıllar önce karmaşık kent uygarlıklarına sahne olmuş topraklarda yaşamıştır. Bu uygarlıkların çöküşünün mültecileri olarak mı yoksa onları deviren isyancıların torunları olarak mı görülmeleri daha doğru olur? Eğer ikincisiyse, bu durum onların toprak, doğa ve mülkiyetle ilgili fikir ve uygulamalarının (ki bunlar Avrupa'daki ilk 'ilkel komünizm' kavramlarına ilham kaynağı olmuştur) geçmiş nesillerin başarılı devrimci ideolojileri olduğunu düşündürebilir mi? Muhtemel görünüyor, ancak bilmiyoruz. Sıklıkla Paleolitik çağın yaşayan fosilleri olarak görülen Kung, Hadza ya da Pigmeler gibi Afrikalı avcı-toplayıcılar ya da Nuer ya da Maasai gibi eşitlikçi çobanlar bile binlerce yıldır çiftçilerin, devletlerin ve krallıkların bulunduğu bölgelerde yaşamaktadır. Bireysel mülkiyet rejimlerini reddetmelerinin ya da toplumsal örgütlenmeleriyle ilgili başka herhangi bir şeyin Paleolitik Çağ'da yaygın olana ne kadar benzediği ya da çevredeki halkların değerlerinin ne kadar bilinçli bir reddini temsil ettiği hiç de açık değildir.
Özellikle iyi bir neden olmaksızın hala 'Batı geleneği' olarak adlandırmayı sevdiğimiz şeye dönecek olursak, mülkiyet bölünmelerinin her zaman var olmadığı fikri eski yazarlarda sık sık tekrarlanır ve yaygın olarak benimsenmiş gibi görünür. Justinianus'un Digest'inde yer alan ve mülkiyet ayrımlarının doğa kanunlarına dayanmadığını, savaş, hükümet, kölelik ve tüm sosyal eşitsizlik biçimleri gibi ancak daha sonra ius gentium (uluslar hukuku) -esasen savaş adabı- aracılığıyla ortaya çıktığını savunan bazı pasajlar aracılığıyla Roma Hukuku'na girmiştir. Bu pasajlar, Roma hukuku on ikinci yüzyıl Batı Avrupa'sında yeniden canlandırıldığında geniş çapta tartışılmış ve İncil'deki Cennet tasvirleriyle, İsa'nın öğretileriyle, Havarilerin uygulamalarıyla ve servetin özel mülkiyetine karşı çıkan bazı ilk Kilise Babalarının (Aziz Basil gibi) yazılarıyla örtüştürülmeye çalışılmıştır. On üçüncü yüzyıl boyunca devam eden ve en meşhuru Fransiskenler ile Dominikenler arasında yaşanan 'havarisel yoksulluk' tartışması, her şeyden önce özel mülkiyetin meşruiyeti ve onsuz bir toplum yaratmanın fizibilitesiyle ilgiliydi. Kilise içindeki bu tür tartışmalar, Orta Çağ’ın sonlarında Avrupa'da oldukça yaygın hale gelen ve orduları on beşinci yüzyılda Orta Avrupa'nın büyük bölümüne hâkim olan Taboritler gibi birçoğu açıkça komünist olan popüler dini hareketlerin -şimdi 'sapkınlık' olarak hatırlanan- tartışmalarını yansıtıyordu. İngiltere'deki Digger'lardan Almanya'daki Anabaptistlere kadar benzer dini komünizm hareketleri erken modern zamanlarda da ortaya çıkmış ve neredeyse her zaman yetkililer tarafından sert bir şekilde bastırılmıştır. On dokuzuncu yüzyıl Çin'inin önemli bir bölümünü belirli zamanlarda kontrol eden Taiping isyancıları gibi hareketlerde de benzer Hristiyan komünizminin yansımalarını bulmak mümkündür.
Geleneksel toplumlardaki halk ayaklanmalarının bilinen bir özelliği, ya geçmişteki bir toplumsal düzene ilişkin ütopik bir görüşe ya da ilahi vahiy tarafından gösterilen gelecekteki bir topluma ilişkin kurtuluş vaat eden bir görüşe ya da bazen her ikisine birden başvurma eğiliminde olmalarıdır. Bir zamanlar toplumsal bölünmelerin olmadığı bir zamanın var olduğu (“Âdem toprağı kazdı ve Havva dikiş yaptı, o zaman beyefendi kimdi?” [1] ) ve böyle bir zamanın tekrar geleceği fikri doğal olarak bu kurtuluşçu düşünceden kaynaklanmaktadır.
O halde benzer bir tarihsel görüşün on dokuzuncu yüzyıl işçi hareketleri içinde sık sık dile getirilmesi şaşırtıcı değildir. 'Komünizm' kelimesi ilk kez bu bağlamda, 1835 ile 1845 yılları arasında bugünkü anlamıyla kullanılmaya başlandı. Marx'a göre Komünizm, devrimci mücadelenin ancak belirsiz bir siyasi çatışmadan sonra tam olarak ulaşılacak nihai sonuydu ve bir anlamda komünizmin işçilerin kapitalizme karşı bugünkü öz-örgütlenmelerinde zaten içkin olduğunu savunurken, bu mücadeleyi, kendi döneminde var olan burjuva kategorileri kullanılarak sonu basitçe hayal edilemeyen devam eden bir süreç olarak görüyordu. Bu nedenle komünizmin nasıl bir şey olabileceğini tarif etmeyi reddetmesiyle ünlüdür. Böyle bir tanıma yaklaştığı tek ünlü örnekte, Alman İdeolojisi'nde, bir bilim kurgu vizyonuna bile girişmemiş, bir kez daha açıkça 'ilkel komünizm'den esinlenen imgelere geri dönmeyi tercih etmiştir:
İş bölümü başlar başlamaz, her insan kendisine dayatılan ve kaçamayacağı belirli, özel bir faaliyet alanına sahip olur. O bir avcı, balıkçı, çoban ya da eleştirmendir ve geçim kaynaklarını kaybetmek istemiyorsa öyle kalmalıdır; oysa hiç kimsenin tek bir özel faaliyet alanına sahip olmadığı, herkesin istediği dalda başarılı olabildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler ve böylece benim bugün bir şey, yarın başka bir şey yapmamı, sabah avlanmamı, öğleden sonra balık tutmamı, akşam sığır yetiştirmemi, akşam yemeğinden sonra eleştiri yapmamı mümkün kılar, hem de hiçbir zaman bir avcı, balıkçı, çoban ya da eleştirmen olmadan.
Açıkçası tüm bunlar lafın gelişi; Marx devrimden sonra insanların çoğunun zamanlarını avcılık ve balıkçılıkla geçireceğini söylemiyordu, bu örnekleri komünizm altında (acı veren) iş ile (zevk veren) boş zaman arasında yaptığımız yapay ayrımın artık pek bir anlam ifade etmeyeceğini belirtmek için kullanmış olabilir. Burada asıl vurgulamak istediği, 'özel mülkiyet', 'iş bölümü' ve 'toplumsal eşitsizlik' dediğimiz şeylerin hepsinin nihayetinde aynı şey olduğu ve bu nedenle özgür bir toplumun ancak bunların üçünü de ortadan kaldıran bir toplum olabileceğidir. Bu nedenle Komünizm altında, kendi deyimiyle, farklı şeyler yapan farklı insan türlerine bölünmek yerine, yalnızca ortak insanlığımız ile tanımlanan bir tür varlık haline geleceğimizde ısrar etti. Bunun pratik bir tezahürü, hepimizin roller arasında -hatta görünüşe göre cinsiyet rolleri arasında bile, çünkü Marx iş bölümü tartışmasına erkekler ve kadınlar arasındaki ayrımla başlar- gidip gelmekte özgür olduğumuz bir durum olmalıdır; ancak Marx, açıkça hayali bir ilkel vizyona başvurarak, bunun gerçekte nasıl işleyebileceği konusunda spekülasyon yapmaktan bile kasıtlı olarak kaçınır.
Her şeyden önce, Marx için Komünizm, mülkiyet rejimlerinin ürettiği yabancılaşmanın üstesinden gelmek anlamına geliyordu; mülkiyet rejimlerinin ürettiği yabancılaşma, kendi eylemlerimizin bize tuhaf, tanınmaz biçimlerde geri dönmesine yol açıyor ve insanların birlikte içinde yaşamayı gerçekten isteyebilecekleri bir dünya yaratmalarını imkânsız kılıyordu:
Komünizm, insanın kendinden uzaklaşması demek olan özel mülkiyetin pozitif biçimde aşılması ve dolayısıyla insan özünün insan tarafından ve insan için gerçek anlamda temellük edilmesidir; dolayısıyla komünizm, insanın toplumsal (yani insani) bir varlık olarak kendine tam anlamıyla dönüşüdür, bilinçli bir şekilde gerçekleştirilen ve önceki gelişimin tüm zenginliğini kucaklayan bir dönüş. Bu komünizm, tam gelişmiş natüralizm olarak hümanizme eşittir ve tam gelişmiş hümanizm olarak natüralizme eşittir; insan ile doğa ve insan ile insan arasındaki çatışmanın gerçek çözümüdür; varlık ile öz, nesneleştirme ile kendini doğrulama, özgürlük ile zorunluluk, birey ile tür arasındaki çekişmenin gerçek çözümüdür. Komünizm tarihin çözülmüş bilmecesidir ve kendisinin de bu çözüm olduğunu bilir.
Marx ve Engels'in 1848'de Komünist Parti Manifestosu'nu yayınlamalarının ardından, bu sözcük neredeyse silinmez bir şekilde onların özgül politik projesiyle ve bu projenin üzerine inşa edildiği sınıf, kapitalizm, emek ve sömürünün eşit derecede özgül teorik analiziyle özdeşleşti. Bununla birlikte, 'komünist' kelimesinin basitçe bir tür Marksist için kullanılan bir kelime haline gelmesi biraz zaman aldı. Örneğin, 'özgürlükçü komünist' terimi sıklıkla 'anarşist' ile eşanlamlı olarak kullanıldı. On dokuzuncu yüzyılın büyük bir bölümünde, ana akım literatürde 'komünistlere' yapılan atıflar büyük olasılıkla ne Marksistlere ne de anarşistlere değil, sadece komünlerin veya benzer ütopik deneylerin -bugünkü adıyla 'amaçlı topluluklar'ın- savunucularına ve yaratıcılarına atıfta bulunuyordu ki bu da Marksistler tarafından neredeyse aynı şekilde küçümsenen bir siyasi eylem biçimiydi. Bu kullanıma iyi bir örnek Charles Nordhoff'un 1875 yılında yayınlanan ünlü çalışması The Communistic Societies of the United States'tir. Bu 'komünizm' kullanımı hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmadı ve bugün bile 'Görünmez Komite'nin Çağrı ve Yaklaşan İsyan gibi makalelerinde 'komünizm' sadece komünlerin iç örgütlenmesine atıfta bulunmak için kullanılıyor.
Rus devriminin başarısıyla birlikte bu vurgu büyük ölçüde değişti ve yirminci yüzyıl boyunca 'Komünizm' giderek daha fazla Komünist Partilerin ideolojisine ve daha sonra Soğuk Savaş'taki rakipleri tarafından 'Komünist rejimler' olarak bilinen şeylere atıfta bulunmak için kullanıldı. Sonuç olarak, dünya nüfusunun çoğu olmasa da birçoğu için 'Komünizm', 'eski Sovyetler Birliği ve müttefiklerinin, Maoist Çin'in ve diğer Marksist rejimlerin komuta ekonomileri altında hüküm süren ekonomik sistem' anlamına gelmeye başlamıştır. Burada derin bir tarihsel ironi söz konusudur, zira bu rejimlerin hiçbiri kendi tanımladıkları şekliyle Komünizme gerçekten ulaştıklarını iddia etmemiştir. Kendi sistemlerinden daha ziyade 'sosyalist' olarak bahsettiler; proletarya diktatörlüğünün ancak teknolojik ilerleme, daha fazla eğitim ve refahın nihayetinde devletin ortadan kalkmasına yol açacağı gelecekte belirsiz bir noktada gerçek Komünizme dönüşecek bir geçiş dönemini temsil ediyorlardı.
Gündelik Komünizm
Fiilen var olan sosyalizm' ifadesi bir eleştiri terimi olarak ortaya atıldı: sosyalist devrimciler sürekli olarak yaratmak istedikleri rejimlerden bahsettiler, ancak neredeyse hiçbir durumda tasavvurlarının kendilerini 'sosyalist' olarak adlandıran rejimlerin fiili başarılarıyla değerlendirilmesini istemediler. Bu da şu soruyu gündeme getirmektedir: 'fiilen var olan' bir komünizmden söz etmek mümkün müdür? Eğer olaylara devletçi bir çerçeveden bakar ve komünist ilkelere göre organize edilmiş bir 'toplum' olarak adlandırılabilecek bir birim ararsak, cevabın hayır olması gerektiği açıktır. Ancak bu mümkün olan tek yaklaşım değildir. Ben, diğerleriyle birlikte tüm insan toplumlarında değişken derecelerde bulunabilecek bir ilkeyi tanımlamayı tercih ediyorum. Normal bakışlar için neredeyse görünmez kılan sıradan karakteri nedeniyle, buna 'gündelik komünizm' adını veriyorum.
Bunu yapmak için, komünizmin klasik tanımından -'herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre'- başlamak ve daha sonra, nerede olursa olsun, bu ilkeye göre düzenlenmiş organizasyon biçimlerini veya insan ilişkilerini incelemek en iyisi gibi görünüyor. Bu arada bu ifadenin kökeni de ilginçtir. Yaygın ama yanlış bir şekilde Karl Marx'a atfedilir. On dokuzuncu yüzyılın ilk on yıllarında Fransız işçi hareketinde geçerli olan bir slogan gibi görünmektedir ve ilk olarak 1839'da sosyalist ajitatör Louis Blanc'ın L'Organisation du travail adlı kitabında basılı olarak yer almaktadır. Blanc bu sloganı, devletin endüstri için yeni bir temel olarak kurmasını istediği 'toplumsal atölyelerin' organizasyonel ilkelerini tanımlamak için kullanmıştır.
Marx bu ifadeyi ancak çok daha sonra, 1875'te Gotha Programının Eleştirisi'nde ele aldı ve kendine özgü bir şekilde kullandı: teknolojinin mutlak maddi bolluğu garanti etme noktasına ulaştığı ve böylece gerçek insan özgürlüğünü mümkün kıldığı zaman toplumun bütününde hâkim olacağını hayal ettiği durum için. Louis Blanc'ın anladığı anlamda, emeği ya da insan faaliyetlerini koordine etmenin belli bir yolu olarak komünizmin herhangi bir insan toplumunda var olabileceği fikri tamamen yeni değildir. Örneğin, sıklıkla “anarşist komünizmin” kurucusu olarak anılan Pyotr Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma (1902) adlı eserinde komünizmin en iyi şekilde insan iş birliği olarak görülebileceğini ve iş birliğinin tüm insan başarılarının ve aslında insan yaşamının nihai temeli olduğunu yazarken aşağıdaki analize çok benzer bir şeyi ima etmektedir. Ancak benim önerdiğim şey daha da geniş kapsamlıdır.
1. İş birliği olarak komünizm
Eğer ortak bir projede iş birliği yapılıyorsa neredeyse herkes bu şekilde davranır. En azından bunu yapmamaları için özel bir neden yoksa -örneğin, bazılarının kahve alacağını ve diğerlerinin almayacağını söyleyen hiyerarşik bir iş bölümü- böyle yaparlar. Kırık bir su borusunu tamir eden biri “anahtarı ver” derse, iş arkadaşı Exxon-Mobil, Burger King ya da Goldman Sachs için çalışıyor olsa bile genellikle “peki karşılığında ne alacağım?” demez. Bunun nedeni -ironik bir şekilde, 'komünizmin işe yaramadığı' yönündeki geleneksel bilgelik göz önüne alındığında- basit bir verimliliktir: eğer bir şeyin yapılmasını gerçekten önemsiyorsanız, görevleri yeteneklere göre dağıtmak ve insanlara işi yapmak için ihtiyaç duydukları her şeyi vermek açıkça bunu yapmanın en verimli yoludur. Elbette bunun anlamı, komuta ekonomilerinin -belirli bir ulusal bölge içinde mal ve hizmetlerin üretim ve dağıtımının her yönünü koordine etmekten sorumlu hükümet bürokrasilerinin- mevcut diğer alternatiflerden çok daha az verimli olma eğiliminde olduğudur. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda, Sovyetler Birliği gibi devletlerin dünya gücü olarak varlıklarını sürdürmeleri bir yana, nasıl var olabildiklerini hayal etmek bile zordur. Bunun cevabı, en totaliter bürokrasilerin bile ancak kuralların gayri resmi yorumlanması ve bu kurallar çerçevesinde çalışan insanlar arasındaki iş birliği sayesinde işleyebilmesidir (bkz. Gayri Resmi Ekonomi).
Hatta çoğu firmanın kendi içinde komünist ilkelerle çalışmasının kapitalizmin skandallarından biri olduğu bile söylenebilir. Doğru, özellikle demokratik bir şekilde faaliyet gösterme eğiliminde değiller. Çoğu zaman askeri tarzda yukarıdan aşağıya emir komuta zincirleriyle örgütlenirler. Ancak yine de burada genellikle ilginç bir gerilim vardır, çünkü aslında yukarıdan aşağıya emir komuta zincirleri pek de verimli değildir (üsttekiler arasında aptallığı, alttakiler arasında da öfkeyi teşvik etme eğilimindedirler). İnsan ne kadar çok doğaçlama yapmak zorunda kalırsa, demokratik iş birliğine olan ihtiyaç da o kadar artar. Mucitler bunu her zaman biliyorlardı ve yeni kurulan kapitalistler ve bilgisayar mühendisleri son zamanlarda bu prensibi yeniden keşfettiler: sadece herkesin bahsettiği ücretsiz yazılım gibi şeylerde değil, işlerinin organizasyonunda bile. Apple Computers ünlü bir örnektir: 1980'lerde Silikon Vadisi'nde IBM'den kopan (çoğunlukla Cumhuriyetçi) bilgisayar mühendisleri tarafından kurulmuş ve birbirlerinin garajlarında dizüstü bilgisayarlarıyla yirmi ila kırk kişilik küçük demokratik çevreler oluşturmuşlardır.
Muhtemelen büyük felaketlerin -sel, elektrik kesintisi, darbe ya da ekonomik çöküş- hemen ardından insanların bir tür sert ve hazır komünizme geri dönerek aynı şekilde davranma eğiliminde olmalarının nedeni de budur. Birdenbire, kısa bir süreliğine de olsa, hiyerarşiler, piyasalar ve benzerleri kimsenin gerçekten karşılayamayacağı lüksler haline gelir.
2. Temel toplumsallık olarak komünizm
Böyle bir anı yaşamış olan herkes bu anın kendine özgü niteliklerinden, yabancıların kardeş haline gelmesinden ve insan toplumunun yeniden doğmuş gibi görünmesinden bahsedebilir. Bu önemlidir çünkü sadece iş birliğinden bahsetmiyoruz. Aslında komünizm tüm insan toplumsallığının temelidir. Toplumu mümkün kılan şey budur. Her zaman, aslında düşman olmayan herkesin en azından sınırlı bir ölçüde 'herkesten yeteneğine göre...' ilkesine göre hareket etmesinin beklenebileceği varsayımı vardır: örneğin, bir yere nasıl gideceğinizi bulmanız gerekiyorsa ve bir kişi size yol tarif etme yeteneğine sahipse, o zaman edecektir.
İletişim, komünizme özellikle eğilimli bir alandır. Bu, yalanların, hakaretlerin, aşağılamaların ve diğer sözlü saldırganlık türlerinin önemini inkâr etmek değildir ancak bunların çoğu, insanların normalde başkalarının duygularını dikkate aldığını varsaymadıkça bir hakaretin acı vermemesi anlamında bir komünizm varsayımı üzerine inşa edilmiştir ve normalde sizden doğruyu söylemenizi beklemeyen birine yalan söylemek imkansızdır. Biriyle dostane ilişkilerimizi gerçekten koparmak istediğimizde, onunla konuşmayı tamamen kesmemiz kesinlikle önemlidir. Aynı şey küçük nezaketler için de geçerlidir
Çakmak ya da sigara istemek gibi. Bu gibi durumlarda yardım etmenin maliyeti o kadar azdır ki, hiç düşünmeden yardıma koşarız. Aynı durum, başka bir kişinin -hatta bir yabancının- ihtiyacı çok büyük ve aşırı olduğunda da geçerlidir: örneğin boğulma tehlikesi geçiriyorsa. Eğer bir çocuk metro raylarına düşmüşse, ona yardım edebilecek herkesin bunu yapacağını varsayarız.
Ben buna 'temel komünizm' diyorum; insanlar kendilerini birbirlerine tamamen düşman olarak görmedikçe ve ihtiyaç yeterince büyük ya da maliyet yeterince makul kabul edilirse, 'herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre' ilkesinin geçerli olacağı anlayışı. Elbette, farklı toplumlar neyin makul bir ihtiyaç olduğu sorusuna çok farklı standartlar uygular: kişisel olmayan bir kentsel ortamda bu ışık ve yol tarifi ile sınırlı olabilir; birçok insan toplumunda, doğrudan yiyecek veya başka bir ortak tüketim maddesi talebinin reddedilmesi imkânsız olabilir. Bu durum özellikle en sıradan, gündelik yiyecek türleri için geçerlidir ve birçok toplumda tam da bu nedenle sosyal sınırları korumanın bir yolu haline gelir: örneğin kan davalarının hüküm sürdüğü birçok Avrupa ve Orta Doğu toplumunda olduğu gibi, erkekler potansiyel bir rakiple ekmek ve tuz yemekten çekinirler çünkü bunu yaparlarsa artık o kişiye zarar vermek caiz olmayacaktır.
Yemeği paylaşmak gerçekten de hala ahlakın temeli olarak kabul edilir, ancak elbette aynı zamanda başlıca zevk biçimlerinden biridir (kim lezzetli bir yemeği tek başına yemek ister ki?). Şölenler çoğu yerde toplumsallığın zirvesi olarak görülür. Popüler bir festivale damgasını vuran ayrıntılı oyunlar, yarışmalar, gösteriler ve performanslar, toplumun kendisini karakterize eden değişim yapıları gibi, bir tür komünist temel üzerine inşa edilmiştir. Bu durumda, paylaşılan şenlik deneyimi yalnızca toplumun ahlaki temeli değil, aynı zamanda en temel haz kaynağıdır. Tek başına zevkler şüphesiz her zaman var olacaktır, ancak çoğu insan için, şimdi bile, en zevkli aktiviteler neredeyse genellikle bir şeyleri paylaşmayı içerir: müzik, yemek, içki, uyuşturucu, dedikodu, drama, yatak. Dolayısıyla eğlenceli olduğunu düşündüğümüz çoğu şeyin kökeninde duyularımızın belirli bir komünizmi vardır.
Sonuç
Gündelik komünizmin sosyolojisi potansiyel olarak muazzam bir alandır, ancak kendimize özgü ideolojik at gözlüklerimiz nedeniyle, nesneyi büyük ölçüde göremediğimiz için yazamadığımız bir alandır. Örneğin Marcel Mauss, anneler ve çocukları gibi yakın akrabalar, genellikle kardeşler arasında olduğu gibi, yakın arkadaşlar ya da kan kardeşleri arasında da var olan 'bireyci komünizm'den bahsetmiştir. Bu anlamda herhangi bir 'toplum' sonsuz komünist ağlarla örülmüş olarak hayal edilebilir. Bu tür ilişkilerde, ihtiyaç duyulduğu takdirde her şey paylaşılabilir. Bireyler arasındaki diğer ilişkilerde, her biri diğerinden sadece belirli bir tür talepte bulunmakla sınırlıdır: balık ağlarını tamir etmelerine yardımcı olmak, savaşta onlara yardım etmek veya bir düğün ziyafeti için sığır tedarik etmek. Yine de bu talepler, ihtiyaç olduğunda kullanılabiliyorsa komünist olarak kabul edilebilir. Benzer şekilde, tüm üyelerin ihtiyaç halinde bu türden sınırsız taleplerde bulunabildiği gruplar da vardır: karşılıklı yardımlaşma dernekleri, karşılıklı sigorta birlikleri ve benzerleri. Modern sigorta şirketleri, ironik bir şekilde, özünde komünist olan bir ilkenin ticari dönüşümleridir. Son olarak, bir şirketten bir futbol kulübüne ve bir dini cemaate kadar kendi kendine organize olmuş herhangi bir toplumsal grup, hangi tür şeylerin paylaşılması gerektiği ve ortak kaynaklarına kolektif erişim hakkında belirli kurallara sahip olacaktır. Bu elbette ortak malların kolektif yönetimine ilişkin literatürün bir parçasıdır, ancak çoğu zaman toplumsal grupların (klanlar, köyler veya benzerlerinden başlayarak) karşılıklı komünistik bir bağ oluşturmak için tamamen yapay kurallar koyacaklarını belirtmek önemlidir. Örneğin antropologlar, bir topluluğun kendisini iki keyfi bölüme ayırdığı ve her birinin evlerini inşa etmek, ritüel hizmetleri sağlamak ya da birbirlerinin ölülerini gömmek için diğerine güvenmek zorunda olduğu, sadece diğerinin ihtiyacı olduğunda ortaya çıkan azınlık yapılarının varlığına aşinadır.
Komünist ilişkiler sonsuz çeşitlilikte mevcuttur, ancak iki ortak özellik her zaman ön plana çıkar. Birincisi, hesaplamaya dayanmamalarıdır. Örneğin bir Iroquois köyünde bir tarafın, bu yıl diğer tarafın altı ölüsünü gömdüğünü, diğer tarafın ise sadece iki ölüsünü gömdüğünden şikayet etmesi asla akla gelmez. Bu delilik olurdu. Hesap tutmak bu şekilde delice göründüğünde, komünizmin varlığı söz konusudur. Böyle görünmesinin nedeni herkesin ölmek durumunda olması ve köyün iki tarafının da birbirlerinin ölülerini gömmek için her zaman orada olacağı varsayımıdır, dolayısıyla hesap tutmak açıkça anlamsızdır. Bu da ikinci noktayı ortaya çıkarır: borçların hemen ya da nispeten kısa vadede iptal edilebildiği mübadelenin aksine, komünizm sonsuzluk varsayımına dayanır. Kişi, tıpkı toplumun her zaman var olacağı gibi, her zaman var olacakmış gibi davrandığı kişilere karşı komünistçe davranabilir, (örneğin annelerimizde olduğu gibi) daha bilişsel bir düzeyde bunun gerçekten doğru olmadığını bilsek bile.
Dolayısıyla insan ilişkilerini üç biçimden birini alma eğiliminde olarak analiz edebiliriz: komünistik ilişkiler, hiyerarşik ilişkiler veya mübadele ilişkileri. Mübadele karşılıklılık ilkelerine dayanır, ancak bu ya ilişkilerin hemen (piyasada olduğu gibi, hemen ödeme yapıldığında) ya da bir hediye iade edildiğinde veya bir borç geri ödendiğinde eninde sonunda iptal edildiği anlamına gelir. Mübadeleye dayalı insan ilişkileri doğası gereği geçicidir, ancak en azından ödeme yapıldığında iki tarafın eşit statüye dönmesi anlamında eşitlikçidir. Hiyerarşi karşılıklı mübadele ilkesine değil, daha ziyade bir emsal ilkesine dayanır: eğer bir kişi bir üst veya alt kişiye bir hediye verirse, benzer koşullar altında bunu tekrar yapması beklenir. Hiyerarşi, kalıcı olduğu varsayıldığı için komünizme benzer ve bu nedenle hesap kitap işlerine girmez; tabii ki komünizm, temelinde kararlı bir şekilde eşitlikçi olma eğilimindedir.
Bundan birkaç radikal sonuç çıkmaktadır. Ben bir tanesiyle bitireceğim. Eğer bu tanımı kabul edersek, bu bize kapitalizm hakkında yeni bir bakış açısı kazandırır. Kapitalizm komünizmi düzenlemenin bir yoludur. Yaygın olarak dağıtılan her ekonomik ilke komünizmi organize etmenin bir yolu olmalıdır, çünkü iş birliği ve temel toplumsallığa özgü güven her zaman insan ekonomisinin ve toplumunun temelleri olacaktır. Kapitalizmin komünizmi örgütlemenin kötü bir yolu, hatta nihai olarak sürdürülemez bir yolu olduğunu düşünen bizler için soru şudur: Komünizmi örgütlemenin daha adil bir yolu neye benzer? Özellikle komünist ilişkilerin hiyerarşi biçimlerine kayma eğilimini caydıracak bir yol. Emeğin biçimi ne kadar yaratıcı olursa, iş birliği biçimlerinin de o kadar eşitlikçi olma eğiliminde olacağına inanmak için gerekçeler vardır. O halde belki de kilit soru şudur: Şu anda bildiklerimizden daha az hiyerarşik ve boğucu olan daha eşitlikçi ve yaratıcı insan iş birliği biçimlerini nasıl tasarlayabiliriz?
[1]
“John Ball, 1381 köylü isyanı sırasında servetin eşitsiz dağılımına dikkat
çekerek, ‘Âdem toprağı kazdı ve Havva dikiş yaptı, o zaman beyefendi kimdi?’
demiştir. Morris'in A Dream of John Ball'da toplumsal eşitsizlik sorununa
verdiği yanıt, insanların bireysel açgözlülük ve bencilliğin üstesinden gelerek
başkalarının ihtiyaçlarına duyarlı hale gelmeleri gerektiğiydi.” Kaynak:
victorianweb.org
Yorumlar
Yorum Gönder