Sözleşme Feodalizmi (Derleme)

 Sözleşme Feodalizmi
(Derleme)
Kevin Carson

Okumakta olduğunuz yazı Kevin Carson’ın Contract Feudalism yazısının ve yazıya cevap olarak gelen yazılara cevap olan Contract Feudalism: Reply to Reply yazıları ile Capitalism without Capitalists? yazılarının Türkçe’ye çevrilmiş ve derlenmiş halidir.

Çevirmen: Lugburz, Gorthim
Kapak Tasarımı: Miharofkin

Derlemenin PDF'i için tıklayın

 

1. Sözleşme Feodalizmi

"Sözleşme Feodalizmi" Nedir?

Elizabeth Anderson yakın zamanda, işverenlerin çalışanların işyeri dışındaki yaşamları üzerindeki artan hakimiyetini tanımlamak için "sözleşme feodalizmi" terimini ortaya attı.

Anderson'a göre, işçinin iş yerinde patronun otoritesine boyun eğmesi karşılığında geleneksel olarak elde ettiği kazanımlardan biri, patronun iş dışındaki "gerçek dünyada" işçinin hayatının geri kalanı üzerindeki egemenliğiydi. Bu Taylorist pazarlığın şartları altında işçi, hayatının hâlâ kendisine ait olan kısmında tüketim yoluyla "gerçek" kişiliğini ifade etme hakkı karşılığında zanaatkârlık duygusundan ve kendi işi üzerindeki kontrolünden vazgeçmiştir. Bu pazarlık şunu varsaymaktadır,

…iş ile evin birbirinden ayrılması. Patron fabrikada ne kadar keyfi ve kötü niyetli olursa olsun, iş bittiğinde işçiler en azından onun zulmünden kaçabiliyordu... İşin evden ayrılması, işçilerin işverenlerinin iradesine karşı özgürlüğünde büyük bir fark yarattı.[1]

Ücretli emek, geleneksel olarak, "yaşamak için yaşamınızı sattığınız" bir şeytan pazarlığını içerir: yetişkin bir insan gibi muamele gördüğünüz gerçek dünyadaki gerçek yaşamınızı desteklemek için ihtiyaç duyduğunuz parayı elde etmek için işte geçirdiğiniz sekiz veya on iki saati keser ve sifonu çekersiniz. Ve yargılarınızın ya da değerlerinizin gerçekten önemli olduğu gerçek dünyada, o diğer cehennem çukuru yokmuş gibi davranmaya çalışırsınız.

Anderson aynı zamanda, iş ve ev arasındaki bu ayrımın tamamen emeğin göreceli pazarlık gücüne bağlı olduğuna dikkat çekmektedir. (Ana mesele olan bu konuya daha sonra döneceğim).

Güçteki Değişim

Fakat emeğin pazarlık gücünün radikal bir şekilde işçilerden uzaklaştığı aşikâr. Pek çok işveren için geleneksel şeytan pazarlığı artık yeterince iyi değil. İşverenler (özellikle hizmet sektöründe) sadece çalışanın mesai saatleri içindeki işgücünü değil, çalışanın kendisini de kendi mülkleri olarak görmeye başlıyor. Beyaz yakalılardan ve hizmet sektöründe çalışanlardan günün 24 saati nöbetleşe yaşamaları bekleniyor: eskiden "ev" dedikleri şey, şuanda sahipleri onları o an kullanmadığında depolandıkları raftan ibaret. Ve patron, mesai saatleri dışında bile ne yaptıkları üzerinde hak iddia ediyor: katıldığınız siyasi toplantılar, sigara içip içmediğiniz, blogunuzda yazdıklarınız, hiçbir şey gerçekten size ait değil. Siyasi ya da sosyal konularda blog yazan çoğu kişi, muhtemelen, İnsan Kaynakları Gestaposu'nun kendileri hakkında bir Google taraması yapması halinde neler çıkabileceğinden korkuyordur. İş aramanın kendisine gelince, Yüce Tanrım! İşsiz geçirdiğiniz her haftanın hesabını vermeli ve ustanız olmadan geçirdiğiniz zamanı nasıl değerlendirdiğinizi gerekçelendirmelisiniz. Eğer serbest meslek sahibi olduysanız, "aşırı nitelikli" olarak değerlendirilebilirsiniz: Yani, işe yeterince ihtiyacınız olmadığı için aklınızı tam olarak kullanamama tehlikesi vardır. Geçmişteki işinizden neden ayrıldığınıza dair sorulardan, Stepford Karısı olmayan görüşlerinizi itaatkârlık maskesi ardına gizleyip gizlemediğinizi belirlemek için kişilik profilinizin çıkarılmasından vs. bahsetmiyorum bile... Muhtemelen eski Sovyet Komünist Partisi'ne katılmak için yapılan "siyasi güvenilirlik" testlerine çok benziyor.

Sözleşme feodalizmi örnekleri son zamanlarda haberlerde özellikle öne çıkmaktadır. Anderson'ın verdiği örnek, başkanının çalışanlarına "sadece işyerinde değil, başka herhangi bir yerde" sigara içmeyi yasakladığı Michigan merkezli Weyco'ydu. Artan sağlık sigortası maliyetlerine yanıt olarak alınan bu politika, işçilerin nikotin testlerine tabi tutulmasını gerektiriyordu.[2]

"Sözleşme feodalizminin" bir başka yakın tarihli örneği de Woolamaloo Gazette blogunun sahibi Joe Gordon'un, iş yerinde geçirdiği kötü bir günün ardından ara sıra yaptığı iç dökme paylaşımları patronlarının dikkatini çekince Waterstone's kitabevi zincirinden kovulmasıdır.[3]

Bir diğeri ise Ulusal Çalışma İlişkileri Kurulu'nun (NLRB) işverenlerin çalışanların iş dışında takılmalarını yasaklamasına izin veren kararıdır. Washington Post'ta Harold Meyerson imzasıyla yayınlanan haberin özeti şöyle

7 Haziran'da ABD'de işveren/çalışan ilişkilerini düzenleyen beş üyeli kurulun Cumhuriyetçiler tarafından atanan üç üyesi, işverenlerin çalışanlarının iş dışındaki hayatlarına karışma haklarını genişleten dikkat çekici bir karara imza attı. Kurul, bir güvenlik görevlisi şirketi olan Guardsmark'ın üniformalı çalışanlarına yönelik "Görev başında ya da görev dışında... müşterinin çalışanlarıyla ya da ortak çalışanlarla arkadaşlık etmemeli, randevulaşmamalı ya da aşırı samimi olmamalısınız" şeklindeki düzenlemenin yasallığını onayladı.[3]

"Kaba Liberteryen" Tepkiler ve Hataları

Birçok serbest piyasa liberteryeni, bu tür politikalara ilişkin şikayetlere içgüdüsel olarak işverenin etrafında toplanarak yanıt vermektedir. Örneğin bir yorumcu, Elizabeth Anderson'ın Left2Right blogundaki yazısına cevaben şunları söyledi "Bu serbest bir piyasa. Eğer işvereninizin kurallarını beğenmiyorsanız, o zaman başka bir yerde çalışın." Aynı şekilde, sweatshop'ların[4] en yaygın liberteryen savunmalarından biri de kimse orada çalışmaya zorlanmadığı için mevcut alternatiflerden daha iyi olmaları gerektiğidir.

Hem evet hem hayır. Asıl soru, mevcut alternatifler yelpazesini kimin belirlediğidir. Eğer devlet emeğe sunulan alternatifleri sınırlandırıyor ve emeğin emek piyasasındaki pazarlık gücünü zayıflatıyorsa ve bunu yaparken işverenlerle gizli anlaşma içinde hareket ediyorsa, o zaman işverenlere yönelik "serbest piyasa" savunması biraz samimiyetsizdir.

Serbest piyasayı işçilere karşı işverenlerin, küçük işletmelere karşı büyük işletmelerin ve tüketiciye karşı üreticinin çıkarlarıyla özdeşleştiren "serbest piyasa" ilkelerinin bu "General Motors için iyi olan" anlayışını tanımlamak için "kaba liberteryen" terimini kullanıyorum. Studies in Mutualist Political Economy'de de tanımladığım gibi:

Kaba liberteryen kapitalizm savunucuları "serbest piyasa" terimini muğlak bir anlamda kullanıyorlar: bir andan diğerine gerçekten var olan kapitalizmi mi yoksa serbest piyasa ilkelerini mi savunduklarını hatırlamakta güçlük çekiyorlar gibi görünüyor. Dolayısıyla, zenginlerin yoksulların sırtından zenginleşemeyeceğini, çünkü "serbest piyasanın böyle işlemediğini" savunan ve zımnen bunun bir serbest piyasa olduğunu varsayan standart bir makaleyle karşı karşıya kalıyoruz. Biraz zorlandıklarında, mevcut sistemin serbest piyasa olmadığını ve zenginler adına çok sayıda devlet müdahalesi içerdiğini isteksizce kabul edeceklerdir. Ancak bundan kurtulabileceklerini düşündükleri anda, "serbest piyasa ilkeleri" temelinde mevcut şirketlerin zenginliğini savunmaya geri dönerler.[5]

Gerçek şu ki, bu serbest bir piyasa değil. Bu, (Murray Rothbard'ın "The Student Revolution" kitabında belirttiği gibi) "şirket devletimizin zorlayıcı vergilendirme gücünü ya şirket sermayesini biriktirmek ya da şirket maliyetlerini düşürmek için kullandığı" devlet kapitalisti bir sistemdir.[6] Benjamin Tucker'ın bir asır önce yazdığı gibi:

...her ne kadar doğru olsa da "bir adamın satacak emeği varsa, onu satın alacak parası olan birini bulmalıdır" demek yeterli değildir; çok daha önemli bir gerçeği eklemek gerekir o da şudur ki, bir adamın satacak emeği varsa, onu satabileceği serbest bir piyasaya hakkı vardır, hiç kimsenin kısıtlayıcı yasalarla onu satın alacak parayı dürüstçe elde etmesinin engellenemeyeceği bir piyasa. Eğer satacak emeği olan adam bu serbest piyasaya sahip değilse, o zaman özgürlüğü ihlal edilmiş ve mülkiyeti fiilen elinden alınmış demektir. Şimdi, böyle bir pazar sadece Homestead'deki emekçilere değil, tüm uygar dünyanın emekçilerine sürekli olarak reddedilmiştir. Ve bunu reddedenler de Andrew Carnegie'lerdir. Bu Pittsburgh'lu forgemaster'ın tipik bir temsilcisi olduğu kapitalistler, satacak emeği olanların emeği için teklif verenlerin sayısını sınırlamak için tasarlanmış ve sınırlamada etkili olan her türlü yasak ve vergiyi (gümrük tarifesi en az zararlı olanlardan biridir) kanun kitaplarına yerleştirmiş ve tutmuşlardır...

...Carnegie, Dana & Co. önce eşit özgürlüğü ihlal eden her yasanın kanun kitaplarından çıkarılmasını sağlasın. Bundan sonra, eğer herhangi bir işçi işvereninin haklarına müdahale ederse veya zararsız "grev kırıcılara" karşı güç kullanırsa ya da Pinkerton dedektifleri, şerif yardımcıları veya Eyalet milisleri olsun, işverenlerinin bekçilerine saldırırsa, bir Anarşist olarak ve Anarşist inancımın bir sonucu olarak, bu düzen bozucuları bastırmak ve gerekirse onları yeryüzünden süpürmek için bir gücün üyesi olarak ilk gönüllülerden biri olacağıma söz veriyorum. Ancak bu istilacı yasalar varlığını sürdürdüğü müddetçe, ortaya çıkan her zoraki çatışmayı, işveren sınıfların özgürlüğü ihlal etmesinin bir sonucu olarak görmeliyim ve eğer bir temizlik yapılacaksa, süpürge işçilerin elinde olsun! Yine de sempatim bu şekilde alttaki köpekle birlikte olsa da hiçbir tarafın yok edilmesinin adaleti sağlayamayacağına ve tek etkili süpürmenin, piyasa özgürlüğünün her türlü kısıtlamasını kanun kitabından temizleyen süpürme olacağına olan inancımı ilan etmekten asla vazgeçmeyeceğim...[7]

Ama ne tür kısıtlamalardan bahsediyor olabilir ki? Mevcut istihdam ilişkilerinin ana akım "serbest piyasa" savunularını okuduğunuzda, piyasa özgürlüğü üzerindeki tek kısıtlamanın (bilirsiniz, "zulüm gören son azınlık" olan) mülk sahibi sınıflara ve büyük işletmelere zarar verenler olduğu fikrine kapılırsınız.

Aslında, bu tür kaba liberteryen savunmalar çok yapay bir dizi varsayımı paylaşır: bakın, emekçiler sadece bu kötü seçenekler dizisine sıkışıp kalmışlardır, işveren sınıfların bununla kesinlikle hiçbir ilgisi yoktur. Mülk sahibi sınıfların elinde tüm bu üretim araçları vardır ve emekçi sınıflar da emeklerini mülk sahiplerinin şartlarına göre satmak zorunda kalan mülksüz proleterlerdir. İşveren sınıfların, emekçilerin mevcut seçeneklerini azaltan devlet politikalarına doğrudan dahil olma olasılığı, düşünülmesi bile çok gülünçtür.

Bu, ilkel birikimin eski çocuk masalıdır. Lenin's Tomb blogundan "Lenin" devlet okullarında bu masala maruz kaldığını hatırlıyor:

İşçi ve işveren arasında özgür ve eşit bir sözleşme olduğu yanılsaması, özellikle son on beş yıldaki endüstriyel çatışmaların azlığı göz önüne alındığında, önemli bir etkiye sahiptir. Kapitalistlerin üretim araçlarını kontrol etmesi nedeniyle durumun önceden hileye dayalı olabileceği düşüncesi o kadar açıktır ki, kendilerini solda konumlandıran pek çok kişinin gözünden kaçmaktadır.

Bunun nedeni kısmen, insanların erken yaşlardan itibaren bu durumu beklemeye ve kabullenmeye hazırlanmış olmalarıdır. Lise İşletme dersinde, sınıf arkadaşlarımla birlikte, bir bankanın sponsorluğunda, iş bölümünün nasıl ortaya çıktığını gösterdiğini iddia eden bir video izledik. Görünüşe göre her şey, araya giren hiçbir politik sorun ya da ekonomik aşama olmadan, nispeten iyi huylu ve barışçıl bir şekilde gerçekleşmişti. Mağara adamlarından para kartlarına kadar her şey gerçekten de işin, bunları yapabilecek en yetenekli kişiler tarafından üstlenilecek ayrı görevlere bölünmesiyle ilgiliydi. Daha sonra, yakın köylerle temas kurarak, kendilerinin yapmakta iyi oldukları şeyleri diğer köylerin yapmakta iyi oldukları şeylerle takas ediyorlardı... Bu propaganda videosunun tek ilginç yanı, tek bir kişinin bile gözünü açmamış olması, nasıl açsın ki? İnsan bir kapitalist için çalışmanın mutlaka adaletsiz bir şey olduğunu görmeden bunu beklemeye yönlendiriliyor ve bunu karşılaştıracak hiçbir şey yok. İşçiye tüm o iş görüşmesi eğitim programlarıyla kendini meta olarak algılamaksızın kendini satması öğretilir.[8]

Bohm-Bawerk ve Mises'te zaman tercihi üzerine yazılan ve bir kişinin üretim sürecinde sermayeye "katkıda bulunabilecek" bir konumda olduğunu, diğerinin ise gizemli bir nedenden ötürü üretim araçlarına ve emek fonuna ihtiyaç duyduğunu doğal olarak kabul eden tüm o pasajlara da benzer bir tepki vermiştim.

Bu çocuk masalının en ünlü eleştirmeni elbette devlet sosyalisti Karl Marx'tı:

Çok eski zamanlarda iki tür insan vardı; biri çalışkan, zeki ve her şeyden önce tasarruflu elitler; diğeri tembel serseriler, varlıklarını ve daha fazlasını israf içinde harcıyorlardı. İlahiyatçıların ilk günah efsanesi bize insanın nasıl olup da ekmeğini alın teriyle yemeye mahkûm edildiğini anlatır; ancak ekonomik ilk günahın tarihi bize bunun hiçbir şekilde gerekli olmayan insanlar olduğunu gösterir. Boş verin! Böylece, ilk türün servet biriktirdiği ve ikinci türün sonunda kendi derilerinden başka satacak bir şeyleri olmadığı ortaya çıktı. Ve bu ilk günah, tüm emeğine rağmen şimdiye kadar kendisinden başka satacak bir şeyi olmayan büyük çoğunluğun yoksulluğuna ve uzun süredir çalışmayı bırakmış olmalarına rağmen sürekli artan azınlığın zenginliğine yol açmıştır.[9]

Ancak eleştiriler hiçbir şekilde devletçilerle sınırlı değildi. Serbest piyasa savunucusu Franz Oppenheimer şöyle yazmıştı:

Adam Smith'e göre, bir toplumdaki sınıflar "doğal" gelişimin sonuçlarıdır. Başlangıçtaki eşitlik durumundan, bunlar sanayi, tutumluluk ve ihtiyat gibi ekonomik erdemlerin uygulanmasından başka hiçbir nedenden kaynaklanmamıştır...

Bu teoriye göre sınıf egemenliği, başlangıçtaki genel eşitlik ve özgürlük durumundan kademeli bir farklılaşmanın sonucudur ve bu farklılaşmada herhangi bir ekonomi dışı gücün etkisi yoktur...

Bu varsayılan kanıt, Karl Marx tarafından haklı olarak bir "peri masalı" olarak alay edilen bir doktrin olan ve tamamen ekonomik güçler aracılığıyla ortaya çıkan "ilkel birikim" kavramına ya da topraklarda ve menkul mallarda orijinal bir zenginlik birikimine dayanmaktadır. Akıl yürütme şeması buna yaklaşmaktadır:

“Bir yerlerde, uzak ve verimli bir ülkede, eşit statüdeki bir dizi özgür insan, karşılıklı koruma için bir birlik oluşturur. Yavaş yavaş mülkiyet sınıflarına ayrılırlar. Güç, bilgelik, tasarruf kapasitesi, endüstri ve dikkatle en iyi şekilde donatılmış olanlar, yavaş yavaş temel miktarda taşınır veya taşınmaz mal edinirken; aptal ve daha az verimli olanlar ile dikkatsizliğe ve israfa verilenler mülksüz kalır. Hali vakti yerinde olanlar, üretken olan mülklerini daha az hali vakti yerinde olanlara haraç, yer kirası ya da kâr karşılığında ödünç verir ve böylece sürekli zenginleşirken, diğerleri her zaman yoksul kalır. Mülkiyetteki bu farklılıklar giderek toplumsal sınıf ayrımlarını geliştirir; çünkü her yerde zenginler önceliklidir ve yalnızca onlar kamu işlerine ayıracak ve onlar tarafından yönetilen yasaları kendi yararlarına çevirecek zamana ve araçlara sahiptir. Böylece, zaman içinde, yönetici ve mülk sahibi bir zümre ve mülksüz bir sınıf olan proletarya ortaya çıkar. Özgür ve eşit insanlardan oluşan ilkel devlet, içsel bir gelişim yasasıyla bir sınıf devletine dönüşür, çünkü akla gelebilecek her insan kitlesinde, kolayca görülebileceği gibi, güçlü ve zayıf, zeki ve aptal, tedbirli ve savurgan olanlar vardır.”[10]

Şu Anda Bulunduğumuz Yere Nasıl Geldik

Elbette gerçek dünyada işler biraz daha az güllük gülistanlıktır. Kapitalist dönemin yüzyılları boyunca üretim araçları, insanlık tarihinin en büyük soygunlarından biriyle birkaç elde toplandı. Britanya köylüleri, çitleme ve diğer devlet onaylı hırsızlıklar yoluyla topraktaki geleneksel mülkiyet haklarından mahrum bırakıldı ve sığırlar gibi fabrikalara sürüldü. Ve fabrika sahipleri, buna ek olarak, emeğin hareketi ve serbest örgütlenmesi üzerindeki neredeyse totaliter sosyal kontrollerden yararlandılar; bu yasal rejim, Birleşme Yasalarını, İsyan Yasasını ve yerleşim yasasını (ikincisi bir iç pasaport sistemi anlamına gelmektedir) içeriyordu.

Bu arada: yukarıdaki pasajların sadece Marksist retorik olduğunu düşünüyorsanız, erken sanayi devriminin egemen sınıf literatürünün işçileri fabrikalara sokmanın ne kadar zor olduğuna dair şikayetlerle dolu olduğunu unutmayın: sadece alt sınıflar kendi özgür iradeleriyle fabrikalara akın etmiyorlardı, aynı zamanda sahip sınıflar da onları bunu yapmaya zorlamanın yollarını bulmak için büyük bir enerji harcıyorlardı. Dönemin işverenleri, işçileri yeterince çok ve ucuza çalıştırmak için onları yoksul bırakmanın ve üretim araçlarına bağımsız erişimden mahrum etmenin gerekliliği konusunda, herhangi bir Marksist kadar açık sözlü konuşmalar yapıyorlardı.

Kimsenin Marksist olarak görmediği Albert Nock, burjuva çocuk masalını tipik Nockçu bir küçümsemeyle reddetti:

İngiltere'nin geçen yüzyıldaki endüstriyel yaşamının dehşeti, pozitif müdahale bağımlıları için bir özet niteliğindedir. Değirmenlerde ve madenlerde çocuk ve kadın emeği; Coketown ve Bay Bounderby; açlık ücretleri; ölüm saatleri; aşağılık ve tehlikeli çalışma koşulları; kabadayılar tarafından işletilen cenaze gemileri; tüm bunlar reformcular ve yayıncılar tarafından kolaylıkla katı bireycilik, sınırsız rekabet ve laissez-faire rejimine mal edilmektedir. Bu görünüşte bir saçmalıktır, çünkü İngiltere'de böyle bir rejim hiçbir zaman var olmamıştır. Bunlar, İngiltere nüfusunun topraktan kamulaştırıldığı Devletin birincil müdahalesinden kaynaklanıyordu; Devletin toprağı işgücü için sanayi ile rekabetten uzaklaştırması nedeniyle. Fabrika sisteminin ve "sanayi devriminin" de bu sefil yaratıklar sürüsünün yaratılmasıyla en ufak bir ilgisi yoktur. Fabrika sistemi geldiğinde, bu yığınlar zaten oradaydı, kamulaştırılmışlardı ve Bay Gradgrind ve Undershot'tan Bay Plugson onlara ne verirse onu almak için fabrikalara girdiler, çünkü dilenmek, çalmak ya da açlıktan ölmekten başka seçenekleri yoktu. Sefaletleri ve aşağılanmaları bireyciliğin kapısında yatmıyordu; Devletin kapısından başka hiçbir yerde yatmıyordu. Adam Smith'in ekonomisi bireyciliğin ekonomisi değildir; toprak sahiplerinin ve değirmen sahiplerinin ekonomisidir. Pozitif müdahale taraftarlarımız, Çitleme Yasalarının tarihini ve Hammond'ların çalışmalarını okuyarak bunlardan ne çıkarabileceklerini görseler iyi ederler.[11]

Sermaye ve toprak sahipleri, 19. yüzyılın ortalarında ortaya çıktığı varsayılan sözde "serbest piyasada" bile, (diğer şeylerin yanı sıra) işçilerin karşılıklı bankalar aracılığıyla kendi ucuz, öz-örgütlü sermayelerine erişimini kısıtlayan genel bir yasal çerçeve sayesinde emekten haraç alabiliyorlardı. Bu "para tekelinin" bir sonucu olarak, işçiler emeklerini "alıcı piyasasında" mülk sahibi sınıflar tarafından belirlenen koşullarda satmak ve böylece üretim araçlarına erişim için haraç (emeğin ürünlerinden daha az bir ücret şeklinde) ödemek zorunda kaldılar. Böylece işçi iki kez soyulmuştur: devletin başlangıçta üreticinin sahip olduğu bir piyasa ekonomisini engellemek için güç kullanmasıyla ve devletin onu emeğini ürününden daha azına satmaya zorlayan sürekli müdahalesiyle. Bugün birikmiş sermayenin büyük çoğunluğu, kapitalistin geçmişteki emeğinin ve feragatinin değil, soygunun sonucudur.

Dolayısıyla, Tucker'ın durumu tanımladığı şekliyle, sözde "laissez-faire" 19. yüzyılda bile, mülk sahibi ve işveren sınıflar adına devletçi müdahalenin düzeyi, ücret sistemini her türlü otoriter yönde çarpıtmaya başlamıştı. Ücretli emek olgusu, ancak önceki yüzyıllarda üretici sınıfların üretim araçları üzerindeki mülkiyetlerinin ellerinden alındığı ve emeklerini patronların şartlarına göre satmaya zorlandıkları ilkel birikim sürecinin bir sonucu olarak var olduğu ölçüde mevcuttu. Ve devletin, yapay olarak kıt olan toprak ve sermaye sahiplerinin bunlara erişim için haraç talep etmesine olanak tanıyan, kendi kendine örgütlenen krediyi ve boş araziye erişimi kısıtlaması sayesinde, işçiler emeklerini daha da dezavantajlı koşullarda satma zorunluluğuyla karşı karşıya kaldılar.

Bu sorun, 20. yüzyılın devlet kapitalizmi devrimi sırasında, daha da yüksek düzeylerde korporatist müdahale ve bunun sonucunda ekonominin merkezileşmesi ile daha da kötüleşmiştir. Devlet sübvansiyonlarının ve düzenleyici kartelleşmenin etkisi, büyük ölçekli organizasyonun verimsizlik maliyetlerini gizlemek ya da transfer etmek ve serbest piyasada hayatta kalabileceğinden çok daha büyük, çok daha hiyerarşik ve bürokratik bir devlet kapitalisti iş organizasyonu modelini teşvik etmek olmuştur.

Yüzyıl ilerledikçe, devletin sermaye yoğun üretimin[12] geliştirilmesine yönelik sübvansiyonları, masa başı üretimini ve giderek daha dik iç hiyerarşileri teşvik etti ve emeğin üretim süreci üzerindeki kontrolüyle gelen pazarlık gücünü azalttı. Üretim teknolojisinin en güçlü masabaşı üretim biçimlerinin çoğu, devletin araştırma ve geliştirmeye verdiği sübvansiyonların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. David Montgomery'nin Forces of Production'da yazdığı gibi: Endüstriyel Otomasyonun Sosyal Tarihi,

Yoğun sermaye gerektiren, emek tasarrufu sağlayan, beceri azaltan teknolojinin gerçek tasarım ve kullanımının incelenmesi, maliyet azaltmanın birincil motivasyon olmadığını ve bunun başarılamadığını göstermeye başlamıştır. Amerikan üretim sisteminin gelişmesinin ardında yatan temel dürtü, bu tür bir ekonomik teşvikten ziyade askeri bir dürtüdür; yeni yöntemlerin başlıca destekçisi kendi kendini ayarlayan piyasa değil, piyasa dışı ABD Ordusu Mühimmat Departmanı'dır... Otomasyon dürtüsü, başlangıcından itibaren vasıflı işgücüne bağımlılığı azaltma, gerekli işgücünü sıradanlaştırma ve ücretleri yükseltmek yerine düşürme dürtüsü olmuştur.[13]

Son olarak, 1970'lerde neoliberal elitlerin gerçek ücretleri dondurma ve tüm verimlilik artışlarını yeniden yatırıma, temettülere veya üst düzey yönetici maaşlarına aktarma kararı, daha da hoşnutsuz bir iş gücüne ve daha önce var olan her şeyin çok ötesinde iç gözetim ve kontrol sistemlerine ihtiyaç duyulmasına yol açtı. David M. Gordon'un Fat and Mean adlı kitabı,[14] alt başlığında "Yönetimsel Küçülme Efsanesi "ne atıfta bulunmaktadır. Gordon, kamuoyundaki yanlış algının aksine, çoğu şirketin eskisinden çok daha fazla orta düzey yönetici istihdam ettiğini ve bu yeni gözetmenlerin başlıca işlevlerinden birinin, giderek daha fazla çalışan, güvensiz ve küskün bir işgücü üzerinde yönetim kontrolü sağlamak olduğunu göstermektedir. İnsan Kaynakları departmanlarındaki profesyonel kültür, ayrıntılı iç gözetim mekanizmaları yoluyla sabotaj ve diğer çalışan hoşnutsuzluğu ifadelerini tespit etmeye ve önlemeye ve yoğun psikolojik profilleme yoluyla otoriteye karşı potansiyel olarak tehlikeli tutumları tespit etmeye giderek daha fazla odaklanmaktadır.

Devlet kapitalistleri, yetmişli yıllardaki yeni neoliberal uzlaşılarını benimsediklerinden beri, ortalama işçinin iş için o kadar çaresiz olduğu bir toplum yaratmaya kararlılar ki, sunulan her işi minnetle kabul edecek ve ona ölüm gibi yapışmak için ne gerekiyorsa yapacaklar.

Özetlemek gerekirse…

...işler bu hale öylece "gelmedi". Yardım aldılar. Emeğin pazarlık gücünün azalması, bunun sonucunda iş ve özel yaşam arasındaki geleneksel sınırların aşınması ve mesai saatleri dışında bile yönetim kontrolünün artması, ortak yürütülen politik çabaların sonucudur.

Bir sınıfın "verecek" "işleri" olduğu ve diğer bir sınıfın üretim araçlarına bağımsız erişimi olmadığı için bunları almak zorunda kaldığı bir durumu doğal kabul etmemiz, mülk sahibi sınıfların ve onların kaba liberteryen savunucularının nesiller boyu süren ideolojik hegemonyasının sonucudur.

Mevcut durumdaki hiçbir şey serbest piyasa ilkelerinin doğal bir sonucu değildir. Albert Nock'un yazdığı gibi,

Doğal kaynaklarımız büyük ölçüde tükenmiş olsa da hala büyüktür; nüfusumuz çok azdır, mil kareye yirmi ya da yirmi beş gibi bir sayı düşmektedir ve bu nüfusun milyonlarca kadarı şu anda "işsizdir" ve muhtemelen öyle kalacaktır çünkü kimse onlara "iş vermeyecektir" ya da veremeyecektir. Mesele, insanların genel olarak bu duruma boyun eğmeleri ya da bunu kaçınılmaz olarak kabul etmeleri değil, işin verilecek bir şey olduğuna dair sabit fikirleri nedeniyle bunda hiçbir düzensizlik ya da anormallik görmemeleridir.[15]

Claire Wolfe, "Dark Satanic Cubicles" adlı parlak makalesinde, mevcut iş ilişkileri kültürünün hiçbir özgürlükçü yanı olmadığına dikkat çekmiştir:

Sağlıklı bir insan topluluğunda işler ne gereklidir ne de arzu edilir. Ekonomik, sosyal ve hatta ruhani nedenlerle üretken çalışma gereklidir. Serbest piyasalar da inanılmaz bir şeydir, milyarlarca farklı ihtiyacı karşılama yetenekleri neredeyse sihirlidir. Girişimcilik mi? Harika! Ancak işler -bir ücret karşılığında her gün bir başkası için sabit işlevleri yerine getirmek üzere sabit bir programla yola çıkmak- beden, ruh, aile veya toplum için iyi değildir.

Sezgisel olarak, sözsüz olarak, insanlar bunu 1955'te biliyorlardı. 1946'da da biliyorlardı. Ned Ludd ve arkadaşları erken Sanayi Devrimi'nin makinelerini parçaladıklarında bunu gerçekten biliyorlardı (Ludditler yaptıkları şeyi neden yapmaları gerektiğini tam olarak anlamamış olabilirler).

İşler berbat. Şirket istihdamı berbattır. 9'dan 5'e kadar kutulara tıkıştırılmış bir hayat berbattır. Gri kübikler, William Blake'in "karanlık şeytani değirmenlerinin" güncellenmesinden başka bir şey değildir. Kabul etmek gerekir ki, kübikler daha aydınlık ve havadar; ancak Sanayi Devrimi'nin değirmenlerinden tür olarak değil, derece olarak farklılar. Hem kübikler hem de karanlık değirmenler, başkalarının şartlarına göre, başkalarının hedefleri için, başkalarının acısını çekerek çalışmayı ifade eder. Her iki çalışma türü de genellikle emeklerimizin meyvelerine sahip olmamızla ya da bir şeyi baştan sona kendi ellerimizle yaratmanın tatminini yaşamamızla sonuçlanmaz. İkisi de kendi tempomuzda ya da mevsimlerin hızında çalışmamıza izin vermez. Her ikisi de ihtiyaç duyduğumuzda ya da onlar bize ihtiyaç duyduğunda ailelerimize, arkadaşlarımıza ya da toplumumuza erişmemize izin vermez. Her ikisi de işi hayatımızın diğer tüm bölümlerinden izole ediyor...

Ücretli köleliği o kadar kültürümüzün bir parçası haline getirdik ki, muhtemelen çoğu insanın aklına işi hayatımızın geri kalanından ayırmanın doğal olmayan bir yanı olduğu bile gelmiyor. Ya da tüm çalışma hayatımızı, çoğu zaman sadece asgari düzeyde kişisel gurur duyabileceğimiz -ya da hiç gurur duymayacağımız- şeyler üreterek geçirmek...

Bir işe girdiğinizde bir parçanızı bir efendiye satmış olursunuz. Kendi çabalarınızın gerçek meyvelerinden kendinizi koparmış olursunuz.

Kendi işinize sahip olduğunuzda, kendi hayatınıza da sahip olursunuz. Bu, çok fazla fedakarlığa değecek bir hedeftir. Ve çok derin düşünmeye.

 

Devlet-şirket arasındaki güç yapısının temellerini kesmeye başlayan ciddi bir planla ortaya çıkan herkes, Bir Numaralı Halk Düşmanı muamelesi görmeyi bekleyebilir.[16]

Bu sürecin önündeki başlıca engelin "hükümet ve onun büyük ölçüde kayırdığı ve sübvanse ettiği şirketler ve finans piyasaları" olduğunu yazmıştır.

Seçeneklerin Ne Kadar Kötü Olması Gerekiyor?

Şimdi devam etmeden önce, bir piyasa anarşisti olarak, ücretli emeğin doğasında yanlış bir şey olmadığını belirtmek zorundayım. Ve serbest piyasada işverenler, sözleşmeli feodalizmle ilişkilendirilen türden taleplerde bulunma hakları çerçevesinde hareket edeceklerdir.

Benim bakış açıma göre sorun, mevcut işgücü piyasasında emeğin pazarlık gücünün azalmasının işverenlerin yanına kâr kalmasına izin vermesidir. Yorum yapılması gereken konu, devletin işverenlerin bu tür bir kontrol uygulamasına "izin verip vermemesi" gerektiğine ilişkin yasal sorun değil, ne tür bir serbest piyasa iddiasının buna olanak sağlayacağı sorusudur.

Asıl soru, bir kişinin bu koşullar altında bir işi kabul edecek kadar çaresiz olması için diğer "seçeneklerin" ne kadar berbat olması gerektiği? İşler, insanların iş dışında iş arkadaşlarıyla ilişki kurmalarının yasaklanabildiği, sefil, düşük ücretli perakende işlerinin bile 7/24 nöbet tutmayı gerektirebildiği, çalışanların bir muhbir için gözlerini dört açmadan siyasi toplantılara katılamadığı veya işten çıkarılmaktan bir web araması uzakta oldukları korkusuyla yaşamadan kendi adlarıyla blog yazamadığı işler için rekabet etmek üzere sıraya girdiği noktaya nasıl gelir?

Ben federal çalışma düzenlemelerinin dostu değilim. Bu tür şeylerin olmasını engellemek için federal düzenlemelere ihtiyacımız olmamalı. Toprak ve sermayenin yapay olarak kıt ve emeğe kıyasla pahalı olmadığı bir serbest piyasada, işler işçiler için rekabet ediyor olmalıdır. Dikkat çekici olan, sözleşme feodalizminin teknik olarak "yasal" olması değil, iş piyasasının bunun bir sorun haline gelmesine neden olacak kadar berbat olmasıdır.

Elizabeth Anderson'ın yukarıdaki alıntıda belirttiği gibi, sözleşme feodalizminin anahtarı emeğin pazarlık gücünün azalmasıdır. Timothy Carter alternatifleri çok keskin terimlerle ifade ediyor:

...karşılıklı faydadan aslan payını almanın gerçek gücü burada yatıyor: çekip gitme gücünde. Eğer bir taraf anlaşmadan çekilebilirken diğer taraf bunu yapamıyorsa, anlaşmadan çekilebilen taraf diğer tarafı hiç anlaşma yapılmamış halinden sadece biraz daha iyi durumda bıraktığı sürece neredeyse istediği her şeyi elde edebilir...

Çekip gitme gücünde dengesizlik yaratan nedir? Bir durum ihtiyaçtır. Eğer taraflardan biri mübadeleyi yapmak zorundaysa, vazgeçme gücü ortadan kalkar.

 

... Çoğu insan için bir iş en büyük ihtiyaçtır. İşten elde edilen kazançla diğer tüm ihtiyaçlar karşılanır.

O halde mübadeleyi nasıl daha adil hale getirebiliriz?... Liberallerin cevabı, devletin emek-sermaye mübadelesine karışmasıdır...

Başka bir yol daha var. Emek ve sermaye arasındaki pazarlık gücü dengesi eşitlenirse devletin müdahalesine duyulan ihtiyaç ortadan kalkabilir. Şu anda bu dengesizlik var çünkü sermaye çekip gidebiliyor ama emek gidemiyor.[17]

Gerçek Bir Serbest Piyasa İçin

Mevcut korkunç durumu gerçek bir serbest piyasada var olacak durumla karşılaştırın: işler işçiler için rekabet eder, tersi değil. Tucker böyle bir serbest piyasanın işçi yararına etkilerini şöyle tasavvur ediyor:

Proudhon ve Warren'a göre, bankacılık işi herkes için serbest hale getirilirse, rekabet, kredi verme fiyatını, istatistiklerin yüzde birin dörtte üçünden daha az olduğunu gösterdiği emek maliyetine indirecek kadar keskin hale gelene kadar daha fazla kişi bu işe girecektir. Bu durumda, şu anda işe başlamak ve işi sürdürmek için sermaye için ödemek zorunda oldukları yıkıcı derecede yüksek oranlar nedeniyle işe girmekten caydırılan binlerce insan, zorluklarının ortadan kalktığını görecektir. […] O zaman Richard Cobden'in, iki işçi bir işverenin peşinde olduğunda ücretlerin düştüğü, ancak iki işveren bir işçinin peşinde olduğunda ücretlerin yükseldiği şeklindeki sözlerinin bir örneği görülecektir. O zaman emek, ücretlerini belirleyecek bir konumda olacak ve böylece doğal ücretini, tüm ürününü güvence altına alacaktır...[18]

Anarchist FAQ'ın yazarları bu pasajda Tucker'ın serbest piyasasının liberter sosyalist sonuçlarını daha da geniş terimlerle tanımlamışlardır:

Tucker'ın karşılıklı krediye erişim yoluyla işçilerin pazarlık gücünü artırma önerisi nedeniyle, onun bireyci anarşizminin yalnızca işçilerin kontrolüyle uyumlu olmadığını, aslında bunu teşvik edeceğini (mantıksal olarak bunu gerektirdiğini) belirtmek önemlidir. Çünkü eğer karşılıklı krediye erişim işçilerin pazarlık gücünü Tucker'ın iddia ettiği ölçüde arttıracaksa, işçiler şunları yapabileceklerdir: (1) işyeri demokrasisi talep edebilecek ve elde edebilecekler ve (2) şirketleri kolektif olarak satın almak ve sahip olmak için kredilerini bir araya getirebileceklerdir. Bu, firmanın tepeden inmeci yapısını ve sahiplerin kendilerine haksız yere yüksek maaşlar ödeme kabiliyetini ortadan kaldıracak ve işçilerin emeklerinin tam değerini almalarını sağlayarak kapitalist kârı sıfıra indirecektir. Tucker, Proudhon'un (kendisi gibi) "üretim araçlarını herkesin ulaşabileceği bir yere koyacak" mutualizm ile işyerlerini "bireyselleştireceğini ve birleştireceğini" savunurken buna işaret etmiştir.[19]

Böylece işçiler patronların kendileri hakkında "kötü" bir şey keşfedecekleri korkusuyla yaşamak yerine (geçmişte özgür erkekler ve kadınlar gibi fikirlerini açıkça söyledikleri gerçeği gibi), patronlar işçilerin emeklerini başka bir yere götürecek kadar kötü düşünmelerinden korkarak yaşayacaklardır. İşçiler bir işte tutunmak için özel hayatlarının işin bir uzantısı olarak düzenlenmesine izin verecek kadar umutsuz olmak yerine, yönetim iş koşullarını kendilerine uyacak şekilde değiştirecek kadar işçileri elinde tutmak için umutsuz olacaktır. İşçilerin iflas ve evsizlikten kaçınmak için giderek daha fazla hakarete katlanmaları yerine, patronlar işgücünü elde tutmak için işyeri üzerindeki kontrollerinden giderek daha fazla vazgeçeceklerdir. Böyle bir ekonomide, sermaye emeği değil, emek sermayeyi kiralayabilir ve serbest piyasanın doğal hali, üreticilerin kontrolü altında kooperatif üretim olabilir.

 

2. Sözleşme Feodalizmi: Yanıta Yanıt

Liberteryen Alliance 2006 yılında “Sözleşme Feodalizmi: İşverenin Çalışanlar ÜzerindekiGücünün Eleştirisi” adlı kitapçığımı yayınlama nezaketini gösterdi.[20] O zamandan bu yana, Kettering Borough Council'de Muhafazakâr bir meclis üyesi olan Paul Marks, bu kitapçığa “Bir Eleştirinin Eleştirisi: Kevin Carson'ınSözleşme Feodalizmi Üzerine Bir İnceleme.” isimli kendi kitapçığı ile cevap verme zahmetine katlandı.[21]

İlgi için ne kadar minnettar olsam da bir yanıt vermekte tereddüt ediyorum. Bay Marks'ın çabası liberteryen blogosferde büyük övgüyle karşılandı. Örneğin, Mises Blog'dan Stephan Kinsella kitapçığım için "parlak, sağlam ve ilginç bir analiz" diyor[22] ve Samizdata'dan Perry De Havilland Bay Marks'ı "muhteşem ve görkemli bir formda" olduğu için övüyor.[23] Samizdata'daki yorumculardan biri, Bay Marks'ın "İngiliz mastifi" ile karşılaştırıldığında beni "havlayan bir Pomeranian" olarak nitelendiriyor. Yine de bu heybetli mastifle yüzleşirken hayatımı kendi ellerime almış olsam da nezaket gereği ona bir tür yanıt borçlu olduğumu hissediyorum.

Yeniden Açıklanan Sözleşme Feodalizmi

Eleştirisinin başına doğru (başına doğru diyorum çünkü Voluntary Cooperation Movement ambleminin semiyotiği gibi muhtelif konulardaki abuk sabuk bir tezin ardından gelen ilk esaslı yorum bu), "sözleşme feodalizmi "nin ne anlama geldiğini soruyor (ardından "feodalizm" teriminin tarihsel anlamı üzerine bir başka abuk sabuk yorum daha geliyor). Sözleşme feodalizmi, basitçe ifade etmek gerekirse, özünde eski statü rejimlerini andıran ast-üst ilişkilerinin de jure bir sözleşme rejimi kisvesi altında sürdürülmesini ifade eder. Lysander Spooner bunu Natural Law'da oldukça iyi ifade etmiştir:

"Zamanla, tüm toprakları ele geçiren ve zenginlik yaratmanın tüm araçlarını elinde tutan soyguncu ya da köle sahibi sınıf, kölelerini yönetmenin ve onları kârlı hale getirmenin en kolay yolunun, her köle sahibinin daha önce yaptığı gibi belirli sayıda köleye sahip olması olmadığını keşfetmeye başladı, ve nasıl çok sayıda sığıra sahipse, onlara da kendi geçimlerinin sorumluluklarını kendilerine (kölelere) yükleyecek ölçüde özgürlük vermek, ama yine de onları emeklerini toprak sahibi sınıfa -eski sahiplerine- satmaya zorlamaktı. Elbette, bazılarının hatalı bir şekilde adlandırdığı gibi, toprakları ya da başka mülkleri olmayan ve bağımsız bir geçim elde etme araçları bulunmayan bu özgürleştirilmiş kölelerin -kendilerini açlıktan kurtarmak için- emeklerini yalnızca en kaba yaşam gereksinimleri karşılığında toprak sahiplerine satmaktan başka bir alternatifleri yoktu; bu bile her zaman bu kadar fazla değildi.

Özgürlüğüne kavuşturulan bu köleler, artık eskisinden çok daha az köleydiler. Geçim kaynakları, belki de her birinin hayatını korumakta çıkarı olan kendi sahibi olduğu zamankinden bile daha güvencesizdi. Toprak sahiplerinin kaprisleri ya da çıkarları doğrultusunda, evlerinden, işlerinden ve hatta emekleriyle geçimlerini sağlama fırsatından bile mahrum bırakılabiliyorlardı."[24]

Spooner'ın odak noktası, ekonomimizde baskın olan sanayi ve hizmet türlerinden ziyade tarımsal ücretli emek olsa da üretim ve geçim araçlarından ayrıldığında emeğin bağımlılığına ilişkin temel ilke esasen aynıdır. İş arayanların mevcut açık pozisyonlardan daha fazla olduğu bir piyasada, tamamen istihdama bağımlı olan bir işçi, yiyecek ve barınağı için bir işverenin kaprislerine bağımlıdır. Bu bağımlılık ne kadar büyükse hem iş başında hem de iş dışında işverenin kaprislerine maruz kalma derecesi de o kadar büyük olur.

Eleştirisinin bir noktasında Bay Marks makalemi şu sözlerle özetliyor (s. 4):

"‘Hatta bazı işverenler çalışanlarından hoşlanmadıkları fikirleri ifade etmemelerini talep ediyor aksi takdirde sizi kovuyorlar ve gidip daha az paraya çalışmak zorunda kalıyorsunuz’. Evet, peki Bay Carson neyi kastediyor?"

Kastettiğim şey, orijinal kitapçığımın ana teması, işverenlerin ilk etapta bu tür taleplerde bulunabilecek konumda olmalarının nedenlerini incelemekti. Demek istediğim, devletin piyasaya müdahale ederek üretim araçlarını emeğe kıyasla yapay olarak kıt ve pahalı hale getirmesi, böylece işçilerin iş için rekabet etmek yerine tersini yapması ve istihdam ilişkisinin koşullarını belirlemede işçilerden ziyade işverenlerin birincil öneme sahip olmasıydı.

Bay Marks, aşağıdaki pasajda, "eleştirmeyi" seçtiği şeyi neredeyse tamamen kavrayamadığını daha da ileri götürmektedir (s. 4):

"... [Hayat] berbat... Prens Charles ve diğer büyük miras servetine sahip insanlar için bile "berbat", hala yaşlanıyorlar... ve bunun anlamı olan tüm acı ve aşağılanmayı yaşıyorlar. Ve eğer yeterince uzun yaşarlarsa, en yakın arkadaşlarının (ebeveynlerinin ve diğer akrabalarının, hatta bazen kendi çocuklarının) ölümünü görecekler.

Zengin olmadan doğan ve çok para kazanmanın hiçbir yolunu düşünemeyen insanlara gelince, onların yaşamları ne çok parayla doğan ne de çok para kazanmanın bir yolunu [sic] düşünen insanların yaşamlarından daha da kötü olma eğilimindedir."

Bunu "alakasız" olarak nitelendirmek, söz konusu noktayı tam olarak ortaya koymamaktadır. Ancak Bay Marks, "eleştirisinin" herhangi bir yerinde, eleştirdiği makalede ortaya konan gerçek noktalardan neredeyse tamamen habersiz olduğunu gösterdiğinden, bu pek de şaşırtıcı değildir. Kendi makalesinin büyük bir kısmının benim makalemde öne sürülen hususlarla tamamen alakasız olduğu düşünüldüğünde, "alakasızlığa" yaptığı atıf aslında oldukça ironiktir.

İkinci noktada, "eleştirisinin" kitapçığımdaki herhangi bir gerçek argümanla tamamen ilgisizliği üzerine, neredeyse tüm bir sütunu -iki sütunluk üç sayfalık bir kitapçıkta- Voluntary Cooperation Movement'ın logosunun gizli anlamını analiz ederek geçiriyor. Daha da büyük bir köşe yazısını, görüşlerimin ardındaki mizaçsal ya da psikiyatrik nedenlerin amatörce teşhisine ayırıyor; görünüşe göre bunların çoğu, benim "hayatın berbat olduğu" hissine ya da herhangi bir tatsız durumun ardında bir adaletsizlik olduğunu varsaymaya yönelik Gnostik bir eğilime dayanıyor. Bedenin maruz kaldığı binlerce doğal şoka hem yemek yiyip hem de pastamızı yememizin imkansızlığına verdiğim sözde yanıt, şımarık bir çocuğun "hayat adil değil", dolayısıyla "birilerinin hatası olmalı" şeklindeki yakınmasıdır ve benim çözümüm de "üretim araçlarının sahiplerine karşı komplo kurmaktır."

Peki benim orijinal makalemin ana fikri nedir? Bay Marks'ın yukarıdaki alıntıda yer alan, hayat herkes için berbat olsa bile (s. 4) itirafına geri dönelim:

“Zengin olmadan doğan ve çok para kazanmanın hiçbir yolunu düşünemeyen insanlara gelince, onların yaşamları ne çok parayla doğan ne de çok para kazanmanın bir yolunu düşünen insanların yaşamlarından daha da kötü olma eğilimindedir."

Asıl makalemin konusu tam da bu durumun neden önemli olduğuydu ki Bay Marks bu ilgiyi reddediyor ve bu iddiasını destekleyecek neredeyse hiçbir somut argüman sunmuyor.

Servetsiz doğmuş olmanın ya da para kazanma araçlarının azlığının "konuyla ilgili" olup olmadığı (Bay Marks bu terimi amaçsız kullansa da "adalet sorunlarıyla ilgili" demek istediğini varsayıyorum), bu durumun nedenine bağlıdır. Orijinal makalemin büyük bir kısmı, hayatın varlıklı olmayanlar için daha kötü olduğuna dair salt iddialarla değil, çoğu insanın nasıl olup da az bir servetle doğduğuna, bunu elde etmek için neden sınırlı fırsatlarla karşılaştıklarına ve hayatlarının bu şekilde "berbat" olmasına neden olan sürecin adaletsizliğine dair esaslı argümanlarla ilgiliydi. Bay Marks'ın, temel argümanlarını anlamak için açıkça çok az çaba sarf ettiği bir makaleye "eleştiri" yazmayı kendine görev edinmesine şaşırdım.

Liberteryenizm ve Kıtlık

Ortalama bir insan için işlerin (Bay Marks'ın ifadesiyle) zenginlerden daha "berbat" olmasının nedeninin, devletin toprak ve sermaye sahipleri adına ekonomiye müdahale etmesi, toprak ve sermayeyi yapay olarak kıt hale getirmesi ve böylece sahiplerinin bunlara erişim için yapay kıtlık rantları talep etmelerini sağlaması olduğunu savundum. Bunu sadece iddia etmekle kalmadım, tezimi destekleyen ayrıntılı argümanlara da yer ayırdım.

Öte yandan, Bay Marks'ın bu argümana verdiği yanıtın tamamı, benim pozisyonuma yönelik bir saman adam nitelemesiyle birlikte basit bir itirazdan biraz daha fazlasını ifade etmektedir (s. 2):

"Ne toprak ne de sermaye [sic] "yapay olarak kıt" değildir sadece kıttırlar (nokta). Milyarlarca insan var ve sadece belirli miktarda toprak ve makine var. Dünya üzerindeki milyarlarca insana kıyasla toprak ve sermayenin sadece kötü hükümetler ya da kötü işverenler (ya da her ikisi) yüzünden kıt olduğu fikri yanlıştır."

İlk olarak, Bay Marks'ın ifadesinin ikinci kısmını aradan çıkarmak gerekirse, ben hiçbir yerde toprak ve sermaye kıtlığının tamamen yapay olduğunu iddia etmedim. Sadece, devlet tarafından uygulanan ayrıcalıkların bir sonucu olarak, aksi takdirde olacağından daha kıt olduklarını ve bu nedenle toprak ve sermaye gelirlerinin serbest piyasa değerlerinden daha yüksek olduğunu savundum. Her halükârda, Franz Oppenheimer'ın da gözlemlediği gibi, ekilebilir arazinin kıtlığının çoğu doğal el koymadan değil, politik el koymadan kaynaklanmaktadır. Elastik arzı olan ve toprağa insan emeği uygulanarak üretilebilen bir mal olan sermayenin doğal kıtlığı ise tamamen yaratılması için insan emeğine duyulan ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır; mevcut miktarın ise sabit bir sınırı yoktur.

Ancak asıl meselesine, yani toprak ve sermayenin yapay olarak kıt olmadığına gelirsek, Bay Marks'ın cüretkârlığının farkında olduğundan bile emin değilim. Bu iddiada bulunurken, Mises ve Rothbard gibi büyük şahsiyetlerden gelen dikkate değer miktarda kabul edilmiş liberteryen bilgeliğe karşı gelmektedir. Bir muhalif olarak kendisine şapka çıkarıyorum.

Yine de Rothbard ve diğerleri tarafından ortaya atılan ve bu kadar pervasızca reddettiği liberteryen argümanları kavramak için hiç çaba gösterip göstermediğini merak ediyorum. Bu argümanları reddetmenin beraberinde getirdiği mantıksal zorlukların farkında mı? Hem boş hem de ıslah edilmemiş arazilere devlet tarafından tapu verilmesinin homesteading için mevcut miktarı azalttığını inkâr ediyor mu? Bir şeyin talebe göre azalan mevcudiyetinin "kıtlığın" tam tanımı olduğunu ya da talebe göre arzın azalmasının fiyat artışına yol açtığını inkâr mı ediyor? Yoksa tartışması Rothbard'ın ahlaki önermelerinden ziyade bu önermelerden çıkarım yaptığı mantıksal süreçle mi ilgili? Yani, geliştirilmemiş ve boş arazilerdeki mülkiyetin devlet tarafından verilen geçersiz bir ayrıcalık olduğunu inkâr ediyor ve böylece Locke'un adil edinim ilkesini inkâr mı ediyor?

Görünüşe bakılırsa, Bay Marks'ın Mises ve Rothbard'ı bu noktalarda açıkça reddetmesi pek olası görünmemektedir. Ne de olsa, eleştirisinin başka bir yerinde İnsan Eylemi ile İnsan, İktisat ve Devlet'i otorite olarak gösteriyor. Belki de onların çalışmalarının kendi özür dileme amaçları için yararlı olmayan kısımlarını görmezden gelmiştir.

Her halükârda, eğer Rothbard'ın önermelerini ya da akıl yürütmesini reddetmezse, Bay Marks kendini derin bir çukura atmış olacaktır. Çünkü Rothbard'ın Locke'çu önermelerine göre, sadece devletin topraktaki kendi mülkiyeti değil, boş ve ıslah edilmemiş topraklar üzerindeki "özel" tapular da gayrimeşrudur. Aynı şekilde, devlet tarafından verilen hibelerden elde edilen mülkiyetler de sahte "sahibin" gerçek sahibinden, yani emeğini toprağa ilk katan kişiden, onun varislerinden ve vekillerinden kira toplamasına olanak sağladığında gayrimeşrudur. Ve bu tür gayrimeşru mülkiyet tapularından kaynaklanan yapay toprak kıtlığı, toprağın marjinal fiyatını emeğinkine göre yükseltir ve emeği, ücretinin yapay olarak yüksek bir kısmını toprağın kirası veya satın alınması için ödemeye zorlar.

Zaman Tercihi ve Sermaye

Aynı şekilde, sermaye söz konusu olduğunda, Bay Marks faiz oranlarının "gerçekte... zaman tercihi tarafından belirlendiğini" (ya da risk primi tarafından belirlendiğini) iddia etmektedir. Daha güçlü bir ifadeyle, bankalara ruhsat verilmemesi durumunda faiz oranlarının "çok düşük bir seviyeye" düşeceği argümanını "saçmalık" olarak nitelendiriyor. (Bu arada, Bay Marks'ın zaman tercihini Bohm-Bawerk'i mezarında döndürecek şekilde perhiz ve fedakarlıkla bağdaştırdığını belirtmeden edemeyeceğim).

Şimdi, geçmişte brüt faizin bir bileşeni olarak zaman tercihinin varlığını açıkça kabul etmiştim.[25] Ancak zaman tercihi, bireyin servetine, ekonomik güvenliğine ve bağımsızlığına da bağlı bir değişkendir. Kendi evi ve geçim kaynakları olan ve ekonomik belirsizlik ya da geçici işsizliğe karşı yeterli birikimi bulunan bir kişinin zaman tercihi, hiçbir mülkü olmayan, birikimi bulunmayan ve gelecek haftanın maaşını alamazsa evsiz ve aç kalacak, kirasını ödeyemeyecek ve yiyecek alamayacak olan başka bir kişininkinden çok daha az yüksek olacaktır. Dolayısıyla, mülk sahipliğinin dağılımı ya da yoğunlaşması işçiler arasında geçerli olan zaman tercihini ve bununla birlikte başlangıçtaki faiz oranını etkileyecektir. Dolayısıyla, mülkiyet dağılımını etkileyen herhangi bir devlet politikası, zaman tercihi düzeyini de etkileyecektir. Ve benim inancım odur ki, mülk sahipliğinin yaygın olarak dağıtıldığı, yüksek oranda serbest ve bağımsız ev sahipliğinin olduğu ve yüksek oranda serbest meslek veya kooperatif işletme sahipliğinin olduğu bir toplumda, ortalama işçinin zaman tercihinin yüksekliği çok çok daha düşük olacaktır.

Ancak zaman tercihinin yüksekliği bir yana, Bay Marks hangi gerekçeyle brüt faiz oranının zaman tercihine ek olarak kredi sektöründe devlet tarafından uygulanan giriş engellerinden kaynaklanan tekel primlerini de içerdiğini inkâr edebilir? Böyle bir inkâr -neydi o kelime? ah, evet- saçmalıktır.

Murray Rothbard'ın kendisi de hayat sigortası sektöründe tam olarak benzer giriş engellerinden kaynaklanan bu tür bir tekel primine işaret etmiştir. Devlet, tamamen aktüeryal mülahazaların gerektirdiğinin ötesinde sermaye düzeylerini zorunlu kılarak, hayat sigortası tedarik etmek için rekabet eden firma sayısını azaltmış ve bu firmaların hizmet için tekel fiyatı talep etmelerini sağlamıştır. Benjamin Tucker, devlet bankacılığı yasasının etkisini tam olarak böyle tanımlıyordu: devlet, teminatlı kredi verme işindeki kurumlar için, bireysel kredilerin teminatı olarak sağlanan teminatın üzerinde ve ötesinde sermaye gerekliliklerini zorunlu kılarak, bankaların teminatlı krediler için tekel faiz oranı talep etmelerini sağladı. Bu oldukça basit ve anlaşılması kolay görünüyor ama belki de değil.

Gerçekte ve Kurguda Tarihi Kayıtlar

Bazı durumlarda, Bay Marks neredeyse olağanüstü derecede zayıf bir okuma-anlama düzeyi sergilemektedir. Örneğin, orijinal makalem (s. 4) Albert Nock'tan şu alıntıyı içeriyordu:

İngiltere'nin geçen yüzyıldaki endüstriyel yaşamının dehşeti, pozitif müdahale bağımlıları için bir özet niteliğindedir. Değirmenlerde ve madenlerde çocuk ve kadın emeği; Coketown ve Bay Bounderby; açlık ücretleri; ölüm saatleri; aşağılık ve tehlikeli çalışma koşulları; kabadayılar tarafından işletilen cenaze gemileri; tüm bunlar reformcular ve yayıncılar tarafından kolaylıkla katı bireycilik, sınırsız rekabet ve laissez-faire rejimine mal edilmektedir. Bu görünüşte bir saçmalıktır, çünkü İngiltere'de böyle bir rejim hiçbir zaman var olmamıştır. Bunlar, İngiltere nüfusunun topraktan kamulaştırıldığı Devletin birincil müdahalesinden kaynaklanıyordu; Devletin toprağı işgücü için sanayi ile rekabetten uzaklaştırması nedeniyle. Fabrika sisteminin ve "sanayi devriminin" de bu sefil yaratıklar sürüsünün yaratılmasıyla en ufak bir ilgisi yoktur. Fabrika sistemi geldiğinde, bu yığınlar zaten oradaydı, kamulaştırılmışlardı ve Bay Gradgrind ve Undershot'tan Bay Plugson onlara ne verirse onu almak için fabrikalara girdiler, çünkü dilenmek, çalmak ya da açlıktan ölmekten başka seçenekleri yoktu. Sefaletleri ve aşağılanmaları bireyciliğin kapısında yatmıyordu; Devletin kapısından başka hiçbir yerde yatmıyordu. Adam Smith'in ekonomisi bireyciliğin ekonomisi değildir; toprak sahiplerinin ve değirmen sahiplerinin ekonomisidir. Pozitif müdahale taraftarlarımız, Çitleme Yasalarının tarihini ve Hammond'ların çalışmalarını okuyarak bunlardan ne çıkarabileceklerini görseler iyi ederler.

Bay Marks'ın (s. 2) bundan anladığı şudur:

"Bay Nock hiçbir gerçek sanayiciden bahsetmiyor (en azından verilen alıntıda) (örneğin) Bay Wedgewood veya Bay Arkwright'tan bahsedilmiyor, bunun yerine Bay Nock Bay Bounderby, Bay Gradgrind ve Bay Plugson'dan bahsediyor ve bunların hepsi Dickens'ın karakterleridir (gerçek kişiler değil). Sanırım bu, fabrika sahiplerine ve onların 'açlık ücretlerine' karşı nefret yaratmak için yapılıyor..."

Elbette normal bir okuduğunu anlama kapasitesine sahip herkes Nock'un bu paragrafı Dickens'a yönelik bir eleştiri olarak tasarladığı sonucunu çıkaracaktır. Fabrika sisteminin ve Dickens'ın kurgusunda bu sistemle ilişkilendirilen renkli karakterlerin kötülükleri "laissez-faire", "sağlam bireycilik" ya da Dickens'ın küçümsediği ekonomi politiğin sonucu değildi. Sonuçta: Nock'un sorduğu gibi, bunlar İngiltere'de nerede vardı ki? Nock'a göre fabrika sahipleri bile sadece önceden var olan bir durumdan, yani erken modern zamanlardaki çeşitli toprak kamulaştırmalarıyla mülksüz bir ücretli işçi sınıfının yaratılmasından yararlanmaktan suçluydular.

Bay Marks'ın argümanlarıma doğrudan ve esaslı bir şekilde değinmeye en çok yaklaştığı yer, (diğer şeylerin yanı sıra) "İngiltere'de toprağın köylülerden çalındığı" süreç olan ilkel birikim tartışmama yaptığı kısa bir atıftır. Bunun "doğru olabileceğini" kabul etmekle birlikte, Norveç örneği temelinde uygunluğuna meydan okuyor. Norveç'te Çitlemeler ya da geleneksel köylü toprak mülkiyetinin diğer fesihleri gibi bir şey yaşanmadığını, ancak ücretli emeğin orada baskın hale geldiğini söylüyor.

Norveç tarihine yeterince aşina olmadığım için bu ülkedeki toprak mülkiyeti meseleleri hakkında yorum yapamayacağım. Yine de bir çiçekle bahar olmadığını belirtmek isterim. Ayrıca ücret sisteminin baskın olmasının tek nedeninin toprak kamulaştırması olduğunu da iddia etmedim. Ücret sisteminden tek başına toprak kamulaştırmasının sorumlu olduğunu inkâr eden Bay Marks, Lincoln'ün on iki adamı ve bir köpeği öldürmekle suçlanan ve mahkemede zafer kazanmış bir şekilde köpeği gösteren Cizvit'ine benziyor.

Her halükârda, Norveç örneğini yetkin bir şekilde ele alamasam bile, en azından Büyük Britanya'daki toprak mülkiyetinin tarihi hakkında bir şeyler biliyorum, sanayiciliğin diğer ülkelere (Norveç dahil) yayıldığı Sanayi Devrimi'nin asıl merkezi. Ve bu ülkede, dönemin mülk sahibi sınıflarının ("üretim araçlarının sahipleri") baskın düşüncesi, mülk sahibi sınıflara daha uygun koşullarda köylülükten daha fazla emek elde etmenin bir yolu olarak açıkça toprağın kamulaştırılmasından yanaydı.

Mülk sahibi sınıfların çağdaş literatürü bu yönde açık yorumlarla doludur.

"Mülkiyetin iyi güvence altına alındığı yerlerde parasız yaşamak, yoksul olmadan yaşamaktan daha kolaydır; zira işi kim yapacak? ... Açlıktan ölmemeleri gerektiği gibi, biriktirmeye değer hiçbir şey almamaları da gerekir. Eğer şurada burada en alt sınıftan biri sıradışı bir çalışmayla ve karnını doyurarak kendini yetiştiği koşulların üstüne çıkarırsa, kimse ona engel olmamalıdır; ...ama yoksulların büyük bölümünün neredeyse hiç boş durmaması ve yine de elde ettiklerini sürekli harcaması bütün zengin ulusların çıkarınadır... Geçimlerini günlük emekleriyle sağlayanların... onları hizmet etmeye teşvik edecek hiçbir şeyleri yoktur, ancak giderilmesi sağduyunun, tedavi edilmesi ise aptallığın gereği olan istekleri vardır... Toplumu mutlu kılmak ve insanları en kötü koşullarda bile rahat ettirmek için, çok sayıda insanın yoksul olduğu kadar cahil de olması gerekir...". [Mandeville, Arılar Masalı]

"...onları, yaşamın ortak gereksinimlerini temin etmek için dinlenme ve uykudan ayırabildikleri her zaman çalışma zorunluluğu altına sokmak." [1739 broşürü]

"Genel olarak insanların doğal olarak rahatlığa ve tembelliğe eğilimli olduğunu, erzak çok pahalı olmadıkça haftada ortalama dört günden fazla çalışmayan imalatçı halkımızın davranışlarından ölümcül bir şekilde deneyimliyoruz... Umarım haftada altı günlük ılımlı çalışmanın kölelik olmadığını göstermek için yeterince şey söyledim... Ancak halkımız, İngilizler olarak Avrupa'daki herhangi bir ülkeden daha özgür ve bağımsız olma konusunda doğuştan gelen bir ayrıcalığa sahip oldukları fikrini benimsemiştir. Şimdi bu fikir, askerlerimizin cesaretini etkilediği ölçüde, bazı faydalar sağlayabilir; ancak imalatçı yoksullar bundan ne kadar az nasiplenirse, kendileri ve Devlet için kesinlikle o kadar iyi olur. Emekçi halk hiçbir zaman kendini üstlerinden bağımsız görmemelidir... Bizimki gibi, belki de sekizde yedisinin çok az mülkü olan ya da hiç mülkü olmayan insanlardan oluştuğu ticari bir devlette çeteleri teşvik etmek son derece tehlikelidir. İmalatçı yoksullarımız, şimdi dört günde kazandıkları aynı miktar için altı gün çalışmaya razı olana kadar tedavi mükemmel olmayacaktır". ["Essay on Trade and Commerce" (1770)]

"Bir aptal dışında herkes alt sınıfların yoksul tutulması gerektiğini, aksi takdirde asla çalışkan olamayacaklarını bilir." [Arthur Young]

"...ortak arazinin işçiler tarafından kullanılması, zihin üzerinde bir tür bağımsızlık olarak etki eder." [Shropshire Tarım Kurulu Raporu (1794)]

"[İşçinin] ailesinin akşamları işleyebileceğinden daha fazla toprağa sahip olması [çiftçinin] artık sürekli iş için ona güvenemeyeceği anlamına gelir. [Ticari ve Tarımsal Dergi" (1800)]

"Tarıma yapılacak en büyük kötülüklerden biri, işçiyi bağımsız bir duruma getirmek olacaktır". [Gloucestershire Araştırması (1807)]

Dönemin Tarım Kurulu raporlarında yer alan diğer yorumlara göre, Çitlemeler işçileri "yılın her günü çalışmaya" zorlayacak ve çocukların "erken yaşta çalıştırılmasına" neden olacaktı; "toplumun alt tabakalarının itaati... böylece önemli ölçüde güvence altına alınacaktı."[26]

Bunların hepsi amacın oldukça açık itirafları. Bir Scooby Doo çizgi filminde kötü adam tam da bu noktada şunu eklerdi: "...ve siz işgüzar çocuklar olmasaydınız işe yarayacaktı." Bu yorum, bir kez daha vurguluyorum, John Ball ve Wat Tyler'ın takipçilerinden değil, Gerçek Dengeleyicilerden değil, Thomas Paine'in partizanlarından değil, Çitleme'yi gerçekleştiren ve bundan doğrudan yararlanan dönemin mülk sahibi ve işveren sınıflarından geldi. Mülk sahibi sınıflar, köylüleri daha az ücret ödeyerek daha çok çalıştırmak için onları soyduklarına açıkça inanıyorlardı.

Meşru ve Gayrimeşru Sahiplik

Bay Marks ayrıca, bazı "vergi ve regülasyonların" serbest mesleğin önünde kısmi engeller oluşturabileceğini de gönülsüzce kabul ediyor (ancak bir sonraki nefeste "çoğu insanın ücretli çalışmasına yol açan şeyin sadece bu vergi ve regülasyonlar olduğunu" reddediyor). Ancak, retorik olarak, istihdam düzenlemelerinin nasıl işverenin suçu olabileceğini soruyor, bu tür düzenlemeler "bir mal veya hizmetin alıcısı ve satıcısı arasında 'güç dengesi' denen bir şey olduğu veya olması gerektiği ve eğer yoksa bir sözleşmenin 'adaletsiz' olduğu yanılsaması altında olan" ağaç kucaklayan hippi tiplerinin eseridir. Acaba Bay Marks, Adam Smith'in şu sözünü biliyor mudur: "Yasama organı ne zaman efendiler ile işçileri arasındaki farklılıkları düzenlemeye kalkışsa, danışmanları her zaman efendiler olur." Bu ağaçlara sarılan hippiler sadece klasik "Vaftizciler ve içki kaçakçıları" paradigmasının "Vaftizci" tarafını göstermektedir; ya da Roy Childs'ın dediği gibi, liberal entelektüeller büyük iş dünyasının köpekleridir.

Bay Marks ayrıca "üretim araçlarının sahiplerine karşı harekete geçmenin hayatı şu anda olduğundan daha da boktan hale getireceğini" iddia etmektedir. Görünüşe göre Bay Marks ya bu mülkiyet sahiplerinin adil olduğunu varsayıyor ya da mülkiyette adalet meselesini görmezden geliyor. Karl Hess'in neredeyse kırk yıl önce işaret ettiği gibi, liberteryenizm mülkiyeti bu haliyle savunmaz.

Eğer Bay Marks'ın politikası, edinimdeki adalet sorunlarına bakmaksızın tüm mülkiyet haklarının refleksif savunusu ise, o zaman aynı argümanı eski SSCB'de devlete ait üretim araçları bağlamında da yapabilirdi. Ne de olsa özelleştirme tam da bu anlama gelmiyor muydu: üretim araçları (devlet) sahiplerine karşı eylem? Eğer Bay Marks mülkiyet hakları için adil bir temelin, etkileri bakımından adil olmayan bir temelden daha iyi olmadığını söylemek istiyorsa, bu gerçekten de dikkate değer bir iddiadır.

Bay Marks'ın alıntılamayı çok sevdiği Rothbard'ın kendisi "üretim araçlarının sahiplerine karşı eylem" konusunda, bu sahiplerin unvanları gayrimeşru olduğunda, ruat coelum, -“Gökler yıkılsa da adalet yerini bulsun"- yaklaşımını benimsemiştir.

Ama aslında, çoğu durumda, mevcut sermaye sahiplerine karşı hiçbir eylemden yana değilim. Sadece sermaye piyasalarını serbest ve tam rekabete açmayı ve mevcut sahiplerin mülklerine tahakkuk eden kıtlık rantlarını ortadan kaldırmayı tercih ediyorum. Bunun sonucunda, mevcut karlarının yapay kıtlık rantı olan kısmı ortadan kalkacak ve varlıklarının bugünkü değerinin, bu tür ayrıcalık rantlarından elde edilen gelecekteki kazançların sermayeleştirilmiş kısmı, basitçe dibe vuracaktır. Böylece tekel kârlarından ve devlet tarafından doğrudan nakit akışından mahrum kaldıklarında ve varlıklarının değeri tekel getirilerinin kaybını yansıtacak şekilde düştüğünde, bu varlıkları elden çıkaracak olanlar da kendileri olacaktır.

Bahaneler, bahaneler

Bay Marks'ın adalete bakmaksızın tüm hukuki mülkiyet haklarını refleksif bir şekilde savunmasına şaşırmadım. "Eleştirisinin" yayınlanmasının ardından birçok çevrimiçi mecrada, mevcut durumda ne tür değişiklikler yapılırsa yapılsın, yoksulların kötü durumundan zenginleri sorumlu tutmak için bahaneler aramaya devam edeceğime dair spekülasyonlarda bulunarak güdülerime yönelik gereksiz değerlendirmelerde bulundu. Örneğin de Havilland'ın Samizdata gönderisine övgü başlığında şöyle yazıyor,

...Carson ve arkadaşlarının, şirket için devlet sübvansiyonu olup olmadığına bakmaksızın sözleşme feodalizmini kınayacaklarını... biliyoruz.

Ve tekrar:

Arazinin ilk sahiplerinden intikal ettiği (ya da satıldığı) kanıtlanabilseydi... [sic] Bay Carson ve arkadaşları "ücret sistemi" üzerinden ticari işletmelere saldırmak için hala bir neden bulabilirlerdi.

Ben de benzer bir ruh haliyle Bay Marks'ın motivasyonu hakkında spekülasyon yapmak istiyorum. Mevcut mülk sahibi sınıfların sahip olduğu mülkiyet haklarının adilliğini savunmak, rekabetçi piyasada üstün üretkenliğin sonucu olarak kârlarını savunmak ve geçmişteki üstün erdemlerinin sonucu olarak zenginliklerini savunmak için sürekli "bahane" arayışında olduğunu düşünmek beni heyecanlandırıyor. Davanın gerçekleri ne olursa olsun bunu yapmak için "bir neden bulacağını" tahmin etmek istiyorum. Temsil etmek üzere seçildiği[27] Muhafazakâr Parti'nin ana seçmen kitlelerinden birinin Büyük Britanya topraklarının çoğuna sahip olan birkaç bin kişi olduğu düşünüldüğünde, bu makul bir varsayım olacaktır. Mevcut toprak sahiplerinin toprağı Fatih William'ın baronlarından birinden kesintisiz bir şekilde miras aldıkları ve kiracılarının Fetih sırasında toprağı işleyen köylülere kadar kesintisiz bir ata soyu izleyebildikleri gösterilebilse bile, "özel mülkiyet haklarının" kutsallığı üzerine ateşli bir şekilde konuşmak için "bir neden bulacağından" şüphelenmek caziptir. Böyle bir spekülasyona girebilirdim ama Richard Nixon'ın da dediği gibi, bu yanlış olurdu.

 

3. Kapitalistler Olmadan Kapitalizm Mi?

Reasons tobe Impossible'dan Bill, Sözleşme Feodalizmi yazıma ilginç bir yanıt verdi.

Yazının özü, mutualizm altında piyasa rekabeti güçlerinin, işçilerin sahip olduğu firmaların günümüz kapitalist firmalarınınkine benzer davranışlar sergilemesine yol açacağıdır: biriktirme, biriktirme, biriktirme dürtüsü! Başka bir deyişle,

Kapitalistler olmadan da kapitalizm olabilir. Gerçek anlamda duyarlı herhangi bir insan için kişisel kazançlar olmaksızın tüm kâr arayışı davranışlarına sahip olabilirsiniz.

Bill'in bahsettiği konulardan biri de üstün konumdan, üstün hizmetlere erişimden vb. kaynaklanan ekonomik rantlardır. İkincisi ile ilgili olarak, mevcut ekonomik rantın büyük bir kısmının, devletin işletmelerin çalışma maliyetlerine yaptığı sübvansiyonlardan kaynaklanan bir dışsallık olduğunu hatırlamak önemlidir. Tüm kamu hizmetlerinin karşılıklı maliyet ilkesine göre işletildiği ve hizmet sağlama maliyetinin fiyata yansıtıldığı bir toplumda, bu tür dışsallıklar olmayacaktır.

İlkine gelirsek, devletin devamsız toprak ağalığı ve para tekeli gibi ayrıcalıkları uygulayarak yarattığı yapay kıtlıklar olmasa bile, üstün üretim alanlarından veya doğuştan gelen becerilerden bazı ekonomik rantlar elde edileceği açıktır. Ancak benim görüşüme göre, üstün konum, verimlilik, beceri vb. nedenlerden kaynaklanan kalıcı üretici fazlalıkları, yapay, devlet zoruyla yaratılan kıtlıktan kaynaklanan tekel getirilerinden çok daha küçük ölçeklidir.

Bill’e göre bir başka sorun da yeni üretim yöntemleri, üstün beceri ve üretkenlik vb. sayesinde elde edilen ortalamanın üzerindeki kârların yeniden yatırıma dönüşmesi ve üretimin bu tür firmaların elinde yoğunlaşmasıdır. Genel olarak daha verimli firmalar da aynı şekilde genişleyecek ve daha az verimli olanlardan iş alacak ve pazar gücü kazananların elinde yoğunlaşacaktır. Firmalar maliyetleri düşürmeye ve işgücü verimliliğini artırmaya yönlendirilecek, hatta üretici kooperatifleri işgücü biriktirmek ve rekabet etmek için ter dökecektir.

Bence Bill, piyasadan değil ama devlet kapitalizmi altında var olan çarpık piyasalardan kaynaklanan bu tür patolojik davranışların miktarını hafife alıyor.

Paul Mattick ve James O'Connor'ınki gibi geç kapitalizmin neo-Marksist analizlerine göre (benim anladığım kadarıyla), birikimin devam etmesinin başlıca itici güçlerinden biri, düşen doğrudan kâr oranını dengelemek için yeni yatırım ihtiyacıdır ki bu da önceki aşırı birikimin bir sonucudur. Ancak mutualizm altında sermayenin denge kâr oranı olmayacağından, endişelenecek bir kâr oranının düşmesi de söz konusu olmayacaktır. Ve aynı şekilde, Marx'ın Kapital'in 3. cildinde tarif ettiği gibi, endüstriler arasında eşitlenmesi gereken kâr oranları da olmayacaktır. "Sermaye" basitçe amorti edilmesi gereken bir maliyet olacak, işçiler kendi geçmiş emeklerinin yatırımını kendilerine geri ödeyeceklerdir. Öte yandan, aşırı birikim sorunu esas olarak devletin birikimi sübvanse etmesinin ve ekonomiyi kartelleştirmesinin bir sonucudur. Devlet, oligopol firmalar tarafından oluşturulan kartel fiyatı bir yana, tüm ürününü piyasa fiyatlarından elden çıkaramayacak noktaya kadar sanayinin aşırı inşasını teşvik eder. Bu da mutualist bir serbest piyasada var olmayacak bir başka zorunluluktur.

Bill ayrıca radikal bir şekilde merkeziyetsizleşmiş bir piyasadan kaynaklanacak farklı rekabet dinamiğini de hafife almaktadır. Şu anda kutuplardan birinin bir ucundayız: büyük, anonim emtia piyasaları için üretim yapan merkezi bir ekonomi ve bununla birlikte üretimin talebe göre hedeflenmesine ilişkin bilgi sorunundan kaynaklanan bir boom-bust döngüsü. Mutualist bir serbest piyasa diğer kutba çok daha yakın olacaktır: tüketicilerin ve üreticilerin muhtemelen birbirlerini tanıdığı ve firmaların zaman içinde devam eden iş ilişkilerine sahip olduğu, yerel kullanım için merkeziyetsiz bir üretim piyasası.

Walter Adams ve Barry Stein gibi ölçek ekonomisi uzmanları, çoğu tüketim malında maksimum verimliliğe nispeten düşük bir üretim seviyesinde ulaşıldığını göstermiştir: büyük ölçekli üretimin verimsizlik maliyetlerine yönelik devlet sübvansiyonları olmaksızın, tükettiklerimizin çoğu, en fazla birkaç düzine işçinin çalıştığı ve birkaç bin veya on bin kişilik yerel bir pazar alanı için üretim yapan bir fabrika tarafından en verimli şekilde üretilebilir.

Böyle bir yerel pazarda, talep ve arzın zaman içinde daha istikrarlı ve öngörülebilir olması ve rakip üreticiler arasındaki pazar ilişkilerinin geleneksel normlar tarafından düzenlenen organik bir sosyal bağlamda var olması muhtemeldir: sosyal ruh olarak, bugün sahip olduğumuz büyük ölçekli toptan satış pazarları için anonim üretimden ziyade geçmiş çağların zanaatkar üretimine çok daha yakındır. Böyle bir ortamda rekabet baskısının çok daha az olacağını ve yenilik hızının çok daha rahat olacağını umuyorum.

Son olarak, Bill'in "kazanan" firmaların kazançlarını sürekli büyümeye dönüştürme kabiliyetleri üzerindeki birkaç önemli sınırlayıcı faktörü ihmal ettiğini düşünüyorum. Birincisi: pazara giriş ve serbest rekabet önünde bir engel yoksa, yeni bir üretim yönteminin uygulanmasından elde edilen ilk kârlar hızla sıfıra inecektir. Yeni üretim teknolojisi ya da üstün ürünler sunulması durumunda, marj içinde faaliyet gösteren firmalar, yenilikler endüstri genelinde benimsenene kadar bundan kesinlikle geçici üretici fazlalıkları elde edecektir. Ancak mutualizm altında, yeni teknoloji biçimlerinin sahipliğini kartelleştirecek ve bunlardan sürekli tekel getirileri elde edecek patentler olmayacaktır. Denge kâr oranı yine de sıfır olacaktır.

İkincisi: daha önce de belirttiğimiz gibi, artan firma büyüklüğünün ölçek ekonomisine sağladığı avantajlar nispeten düşük seviyelerde bir doygunluk noktasına ulaşır dolayısıyla "kazanan" bir firma, ters etki yaratmadan önce ancak bu kadar genişleyebilir.

Üçüncüsü: arazi ve sermayeden tekel getirisi elde edememek ve bunları yıllık olarak bileşik hale getirememek de aynı şekilde firmaların genişleme potansiyeline ciddi bir sınır koymaktadır. Toprak ve sermaye varlıkları "büyüyemiyorsa", herhangi bir yerde büyük miktarda sermaye biriktirmek çok daha zor hale gelir.

Sermayeden tekel getirisi elde etme kabiliyeti olmadığında, birikim uğruna birikim yapmak için bir teşvik daha azalır. Bir işçi kooperatifi diğer firmalarla rekabet edebilmek ya da çalışma saatlerini kısaltmak için sermaye yatırımları yapabilir. Doğru, bireysel firmanın daha ucuz ürün ya da daha kısa çalışma saatleriyle elde ettiği ilk kazançlar rekabet altında ortadan kalkacaktır. Ancak sermaye mülkiyetinden yoksunluk getirisi elde edebilecek bir kapitalist sınıfı yoksa, sermaye birikiminden elde edilen tüm verimlilik kazanımları ya işçiye ya da tüketiciye gidecektir.

Birikimden kaynaklanan verimlilik artışları varsa, birileri bundan faydalanmalıdır, çünkü ya toplam çıktı artacak ya da toplam çalışma saatleri azalacaktır. Eğer üretkenlik kazançlarını cebe indiren kapitalistler yoksa, bu kazançlar başka bir yere gitmelidir. Üretkenlikten elde edilen kazançlar topluma dağıtıldıkça ya bir bütün olarak emeğin ortalama geliri zaman içinde artacak ya ortalama çalışma haftası azalacak ya da her ikisi birden olacaktır. Mevcut sistemin kötülükleri, sermayenin ve toprağın sahipsiz olmasından kaynaklanmaktadır, böylece emek artan üretkenliğin tüm ödüllerini tam olarak içselleştirememektedir.



[1] 'Şirketin Sigara Yasağı Mesai Saatleri Dışında da Uygulanıyor', New York Times, 8 Şubat 2005, http://www.nytimes.com/2005/02/08/business/08smoking.html   

[2] Patrick Barkham, "Blogger Ses Çıkardığı İçin İşten Çıkarıldı", The Guardian, 12 Ocak 2005, http://www.guardian.co.uk/online/weblogs/story/0,14024,1388466,00.html; http://cyber-junky.co.uk/joe/

[3] Harold Meyerson, 'Büyük Birader İş Başında ve İş Dışında', Washington Post, 10 Ağustos 2005, http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2005/08/09/AR2005080901162.html

[4] Çeviri Notu: İngilizcede çalışanların kötü şartlarda çalıştığı işyerlerini belirtmek için kullanılan kelime.

[5] Kendi yayını. Fayetteville, Ark., 2004, http://www.mutualist.org/id47.html

[6] The Libertarian, 1 Mayıs 1969, http://www.mises.org/journals/lf/1969/1969_05_01.pdf

[7] 'The Lesson of Homestead', Liberty, 23 Temmuz 1892, Kitap Yerine (Gordon Press İkinci Baskının tıpkıbasımı, 1897, 1972), s. 453-54.

[8] 'Capitalism & Unfreedom', Lenin's Tomb, 1 Nisan 2005, http://leninology.blogspot.com/2005/04/capitalism-unfreedom.html

[9] Karl Marx ve Friedrich Engels, Kapital cilt 1, Marx ve Engels Toplu Eserleri cilt 35 (New York: International Publishers, 1996) s. 704-5.

[10] Franz Oppenheimer, Devlet, çev. John Gitterman (San Francisco: Fox & Wilkes, 1997), s. 5-6.

[11] Albert Nock, Our Enemy, the State (Delavan, Wisc. Hallberg Publishing Company, 1983), s. 106n.

[12] Çeviri Notu: Sermaye yoğun üretim, Üretim süreçlerinde yoğun bir biçimde gelişmiş üretim teknolojileri kullanan işletmelerdir.

[13] (Knopf, 1984)

[14] (Free Press, 1996)

[15] Our Enemy, The State, p. 82.

[16] Claire Wolfe, 'Dark Satanic Cubicles', Loompanics Unlimited 2005 Ana Kataloğu, http://www.loompanics.com/cgi-local/SoftCart.exe/Articles/darksatanic.html?L+scstore+ckrd3585ff813181+1108492644

[17] Timothy Carter, Alternatives to Minimum Wage', Free Liberal, 11 Nisan 2005, http://www.freeliberal.com/archives/000988.html

[18] "State Socialism and Anarchism", Instead of a Book, s. 11.

[19] " G.5 'Benjamin Tucker: Capitalist or Anarchist?" Anarchist FAQ, http://www.infoshop.org/faq/secG5.html

[20] Kevin Carson, Sözleşme Feodalizmi: İşverenin Çalışanlar Üzerindeki Gücünün Eleştirisi, Economic Notes No. 105, Londra, Libertarian Alliance, 2006.

[21] Paul Marks, A Critique of a Critique: An Examination of Kevin Carson's 'Contract Feudalism', Economic Notes No. 108, Londra, Libertarian Alliance, 2007.

[22] Stephan Kinsella, 'A Critique of Kevin Carson's Contract Feudalism', Mises Blog, 21 Haziran 2007, erişim tarihi 25 Şubat 2008, http://blog.mises.org/archives/006766.asp.

[23] Perry de Havilland, 'A critique of a critique', Samizdata, 21 Haziran 2007, erişim tarihi 25 Şubat 2008, http://www.samizdata.net/blog/archives/2007/06/a_critique_of_a.html.

[24] Lysander Spooner, Natural Law, 1892, erişim tarihi 25 Şubat 2008, http://jim.com/spooner.htm

[25] Kevin Carson, Studies in Mutualist Political Economy, Fayetteville, Arkansas, Booksurge, 2007, bölüm 3.

[26] Carson, aynı eser, bölüm 4.

[27] 'Councillor Paul Marks', Kettering Borough Council web sitesi, 2008, 8 Mart 2008 tarihinde alındı,




Yorumlar